29 Nisan 2013 Pazartesi

Sinema: Trance


Spoiler içermez, rahat rahat okuyabilirsiniz.

Danny Boyle sevdiğim yönetmenlerden biri. Filmografisinin bu kadar renkli ve zengin olmasına hayranım. Bu renkli filmografide kendine özgün bir yönetmenlik üslubu tutturmasına da hayranım. Trainspotting, Slumdog Millionaire ve 127 Hours gibi filmler, konu ve mekân olarak birbirlerinden alabildiğine farklı olsalar da, Boyle’un olağanüstü insan hikâyeleri anlatmaktaki yeteneğini ve olaylara getirdiği neredeyse tanrısal, bilinçüstü yaklaşımı hepsinde görmek mümkün.

Trance de ilk bakışta bu gözlemleri destekler nitelikte. İçerdiği hipnoz teması da tam Boyle’un sevdiği gibi: Hayal ve gerçeğin iç içe geçtiği, coşkulu anlatım tarzına uygun. Ama Boyle’un başarılı anlatımı, orijinal senaryonun getirdiği yük altında eziliyor. Olay örgüsündeki hızlı ve yer yer mantığı zorlayan sürprizler, ortaya dengesiz ve açıkçası tuhaf bir film çıkmasına sebep oluyor.

Büyük bir değerli tablo hırsızlığı etrafında dönen film, aslında yeterince basit başlıyor. Hırsızlık çetesine yardım eden Simon (James McAvoy), olay sırasında başına bir darbe alıyor ve çaldığı tabloyu nereye koyduğunu unutuyor. Simon’ın hafızasını geri getirmek için profesyonel hipnoterapist Elizabeth devreye giriyor ve Simon’ın ruh dünyasına doğru karmaşık bir yolculuğa çıkıyoruz.

Benim için filmin hangi noktada koptuğunu, spoiler vermeden söyleyebilmem mümkün değil. Büyük bir şey öğrendiğimiz, son derece dramatik olması gereken bir sahneydi ve yüksek sesle kahkaha attım diyelim.

Genelde sevdiğim bir oyuncu olan James McAvoy’un, Simon karakterini antidepresan yutmuş köpek yavrusu gibi oynaması da hiç yardımcı olmadı.

Ama eksik yazılmış karakterler, temelsiz motivasyonlar ve acayip eğreti duran şiddet / cinsel içerikli sahneler derken, üzerine bir de “hmm peki” dedirten sürpriz son eklenince, Trance ciddi ciddi son yıllarda gördüğüm en istem dışı tuhaf film olabilir.

Yönetmen Danny Boyle’un iyi niyetine ve burada da zaman zaman yakaladığı hayalvari atmosfere saygım sonsuz. Ama bu durum Trance’in sıkıcı olmasa da, zayıf bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

10 üzerinden 5,5

28 Nisan 2013 Pazar

Sinema: Iron Man 3


Spoiler içermez, rahat rahat okuyabilirsiniz.

Bir kahramanın (veya kahramanların) etrafında dönen seri filmlerin belli bir formülü vardır: Kahraman + büyük bir tehdit + bin bir türlü engel ve şanssızlık = kaçınılmaz mutlu son + devam filmine gönderme! Muhtemelen Homeros’un İlyada’sından beri milyonlarca kez tekrarlanan bu hikâye formülünden niye bir türlü sıkılmadık? (Homeros bile İlyada çok tutunca Odysseia’yi yazmış arkadaş!)

Aslında cevap basit: İçinde yaşadığımız bu boktan dünyada, ne kadar gerçekdışı veya fantastik olurlarsa olsunlar, ilham verici kahramanlık hikâyeleri duymaya ihtiyacımız var.

İşte belki de bu yüzden, süper kahramanlı seri filmlerin altın çağını yaşamaktayız. Geçen yılın en çok iş yapan 10 filminin 10’unun da seri filmi olması bir yana *, kalitede de bir yükseliş görüldüğü söylenebilir. Evet, The Amazing Spider-Man gibi dandik, para tuzağı filmler hala çekiliyor ve izleniyor ama; The Avengers, Skyfall gibi sadece gürültülü bir süper kahraman filmi olmakla yetinmeyen, bu alt türe yeni tatlar, yeni duygular getiren tutkulu filmlerin varlığı sizi de heyecanlandırmıyor mu?

Iron Man serisinin yeni filminin de benzer bir tutkuyla çekildiğini düşünüyorum.

Iron Man 3, Iron Man 2’den ziyade, The Avengers’ın devam filmi olarak işliyor denebilir. New York’ta yaşanan küçük kıyametin ardından, Tony Stark artık eski Tony Stark değil. Meşhur egosuna darbe yemiş, özgüveni zedelenmiş ve kaybetmekten korkan bir Iron Man var karşımızda. Bu çokbilmiş, 7/24 karşısındakine ayar vermeye odaklı (ve açıkçası kötü bir karikatüre dönüşmek üzere olan) karakterin, bu değişimden ne kadar faydalandığını anlatamam. Sonunda izlerken kendinizi bulabileceğiniz, insani bir kahramana dönüşüyor Iron Man. (Fakat merak etmeyin, ukala dehasını kaybetmiş değil; klasik laf sokmaları ve sivri esprileri hala fazlasıyla mevcut.)

Tony Stark bu ruh halindeyken, karşılaştığı tehdidin son derece büyük ve korkutucu olması, seyirci açısından son derece tatmin edici sonuçlar doğuruyor. Mega terörist Mandarin’in elindeki akıl almaz gücün karşısında neredeyse çaresiz kalan Stark’ın çırpınışlarını (ve nihayetinde silkelenip ayağa kalkışını) izlemek oldukça keyif veriyor. Bu odak noktasının bilinçli bir tercih olduğu çok açık: Bu filmde her zamankinden daha fazla Robert Downey, Jr. var – Iron Man kostümünün içinde saklanmadan. Bana öyle geliyor ki bu filmin adı Iron Man 3 değil, Tony Stark olmalıydı.

Şimdi… Ben bunları son derece olumlu anlamda söyledim. Bu film serisinin esprili ruhunu kaybetmeden daha derin bir karakterizasyona yönelmesi, ve bunu eğlenceli ve şaşırtıcı bir şekilde yapması benim için çok hoş bir durum. (Aslında beni tek bir sahneyle kazandı bu film. Son zamanların pek popüler İngiliz dizisi Downton Abbey’yi izleyenleri muhteşem bir sürpriz bekliyor!)

Fakat bu durum, filmden farklı beklentileri olan seyirciler için bir sorun yaratabilir. Film, “yok artık, hadi canım ya!” dedirten pek çok ters köşe sürpriz barındırıyor ve olan biten her şeye bir parça gözü kapalı inanmayı gerektiren açıklamalar getiriyor.

Ben senaryoya “inanmayı” tercih ettim ve büyük keyif aldım. Bana göre rahatlıkla en iyi Iron Man filmi olmakla beraber, son dönem Marvel filmlerinin de en iyisi olabilir.

Ama “bana ne karakterden, çoh saçmaydı” diyenleri ve çizgi roman karakterini çok iyi tanıyan (ve filmin getirdiği özgür yorumu hazmedemeyecek) “püristleri”, Gwyneth Paltrow’un fütursuzca sergilediği akıl almaz karın kasları bile tatmin etmeyecek gibi geliyor!


10 üzerinden 7,5


Not: Her Marvel filminde olduğu gibi, final yazılarının ardından gelen ekstra bir sürpriz sahne daha var. Işıklar yanar yanmaz salonu terk etmeyin, bir 10 dakika bekleyin derim. Ama uyarmış olayım: öncekilerin aksine, bu seferki ekstra sahne “gelecek filmlere” dair bir gönderme, bir ipucu içermiyor.

* 2012'nin en çok kazanan filmleri: The Avengers, Skyfall, The Dark Knight Rises, The Hobbit: An Unexpected Journey, Ice Age: Continental Drift, The Twilight Saga: Breaking Dawn Part 2, The Amazing Spider-Man, Madagascar 3: Europe’s Most Wanted, The Hunger Games ve MIB3.

28 Mart 2013 Perşembe

Sinema: Stoker


Bazı filmleri konusu veya oyuncuları için değil, sadece kamera arkasındaki yönetmeni, yazarı için merak ederiz ya. Hem iyi hem kötü bir şeydir bu. İyidir çünkü söz konusu yönetmenin / yazarın kendine has ve sevilen bir üslup tutturduğunu, seyirciyi memnun ettiğini gösterir. Fakat seyirci o sanatçıdan hep aynı üslubu, aynı seviyeyi beklemeye başlar, yeni işlerini sürekli eski klasik filmleriyle karşılaştırır hale gelirse, işte o zaman olumsuz bir durum oluşur.

Tam şu noktada “Bu parçada söz konusu yönetmenle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?” deyiversem, ÖSYM “aaa güzel soruymuş kullanalım bunu” diye düşünür mü acaba?! Böyle Nurullah Ataç tadında “üslup şöyledir dil böyledir” muhabbetli bir giriş paragrafı yazınca aklım hemen ÖSS/YGS yıllarıma gitti tövbe estağfurullah!

Ama ne diyeyim? Stoker’ı yalnızca Oldboy’un yönetmeni Park Chan-wook ilk Hollywood filmini çekmiş” diye özetlenebilecek bir motivasyonla izledim. Ha, bir de filmin senaristinin Prison Break’in başrolünde oynayan Wentworth Miller olduğunu öğrenmem (şaka değil) “n’oluyoruz lan” dedirtmişti.

Neyse ki filmi izledikten sonra her şey bir mantık çerçevesine oturdu. Wentworth Miller’ın senaryosu tam olarak Oldboy hayranlarını hedefliyor denebilir: Çok sevdiği babasının ölümüyle sarsılan genç India, birdenbire hayatlarına giren karizmatik amcası Charlie ve sorunlu annesi Evelyn arasındaki ilişkiye anlam veremez. Alın size bolca gizemli ve hafifçe sapkın bir “aile draması”! Park Chan-wook ilk İngilizce filmi için niye bu senaryoyu seçti anlamak güç değil.

Açık konuşalım. Oldboy’daki ürpertici kararlılık ve tokat gibi çarpan olay örgüsü burada yok. (Miller’ın senaryosu birçok keskin sürprizle dolu ama hiçbiri Oldboy gibi “çarpmıyor”.)  O filmin seyirciyi 120 dakika boyunca koltuğun ucunda tutan meraklı temposu da burada mevcut değil.

Fakat gene de ilk paragrafta bahsettiğim olumsuzluğu buraya taşımak istemiyorum. Evet, bu film Oldboy değil. Ama son derece atmosferik, ucuz korkutmalara bulaşmadan germeyi başaran, inanılmaz güzel görsellerle dolu, titizlik ve tutkuyla çekilmiş bir film. Gerçekten, Chan-wook’un kamerası karakterlerine ve mekâna öyle bir aşkla, öyle nihai bir kesinlikle bakıyor ki… Nicole Kidman muhtemelen Moulin Rouge!’dan beri böyle güzel görünmemişti.

Sadece Nicole Kidman değil; gizemli amca Matthew Goode, kısa ama akılda kalıcı bir role sahip Jacki Weaver ve hatta şimdiye kadar izlediğim bütün filmlerinde son derece sinir bozucu olduğunu düşündüğüm Mia Wasikowska da filmin ikna ediciliğine katkıda bulunan isimler arasında.

Stoker bu yılın en konuşulacak, en çok spoiler muhabbeti çevrilecek, “doğuştan kült” filmi olabilecek mi bilemiyorum. Ama yılın en sanatlı filmlerinden biri olduğunu düşünüyorum.

10 üzerinden 7,5

9 Mart 2013 Cumartesi

2014 Oscar Ödülleri! (Bölüm 1)

Kültürel hafızanın neredeyse kaybolduğu, “popüler” denilen her şeyin çabucak tüketilip bitirildiği bu dijital dönemde, hala Argo’dan, Silver Linings Playbook’tan bahsetmek isteyen varsa, bu yazı onlar için değil. Çünkü 2014 Oscar Ödül Töreni’ni konuşmak için geç bile kaldık!

Aslında bu yazıyı yazma fikri beni acayip geriyor. 2014 diyoruz yahu. Resmen hayatın “yaşanma hızı” karşısında dehşete düşmekteyim. “Zaman ne kadar nankör ve acımasız!” diye edebiyat parçalayasım geliyor.

Bütün bu stres karşısında azıcık rahatlamak ve zamanı – biraz olsun – yavaşlatmak ihtiyacı duyduğumuzda, kendimize basit ve hafif bir hobi ediniriz ya… İşte benimki “sinema ve Oscarlar”. Nispeten ucuz, fazla fiziksel enerji gerektirmeyen ve hayli asosyal bir hobi!

2014’te bu filmlerden hangisi ne ödül alacak orasını bilemiyorum ama bu saçma ilgi alanına yine aylarımı harcayacağıma eminim. Pişman değilim!

August: Osage County


“Kaçın lan kaçın sahibi geldi!”

Bu film hakkında diyecek daha uygun bir söz bulamıyorum. Tony ve Pulitzer ödüllü bir oyundan uyarlama, başrolde “kasabanın şerifi” Meryl Streep, yanında Oscar ödüllü Julia Roberts, Chris Cooper (Adaptation.), Oscar adayı Abigail Breslin (Little Miss Sunshine), Juliette Lewis (Cape Fear), Sam Shepard (The Right Stuff), yetmediyse bir adet Ewan McGregor ve Benedict “Sherlock” Cumberbatch! Yapımcılar George Clooney, Grant Heslov (Argo) ve tüm zamanların en hırslı Oscar avcısı distribütörü Harvey Weinstein (Shakespeare in Love, The King’s Speech, The Artist, Silver Linings Playbook).

Filmin “komedi / drama” türünde olması ödül şansını azaltıyor olabilir. Benzer kategorideki Silver Linings Playbook bu sene sekiz dalda aday olup sadece birini kazanabilmişti. Ayrıca “Meryl Streep’e yeterince ödül verilmedi mi?” lobisinin bu sene fazla mesai yapacağına emin olabiliriz (Meryl Streep’e kaç tane ödül verilse yeter ki?!).

Ayrıca, tek bir sahne veya fotoğraf görmediğimize göre, filmin gayet boktan çıkma olasılığı da var! (Sadece sette çekilen şu resmi bulabildim.)

Ama an itibariyle kağıt üstünde daha iyisi yok.

Labor Day


Aha bir diğer “sahibi” de burada. 2008 yılında The Reader ile Oscar’ı kucaklayana kadar resmen bir tarafını yırtan Kate Winslet, o zamandan beri ilginç biçimde çok az çalıştı (mini dizi Mildred Pierce, Carnage ve Contagion’daki yan rol – hepsi bu).

Bu nedenle kendisinin Jason Reitman yönetmenliğindeki (Juno, Up in the Air) bu dönem romanı uyarlamasında başrol oynuyor olması büyük bir olay sayılabilir. Seksenlerde geçen film, yalnız yaşayan depresif anne ve oğlunun, günün birinde yaralı bir yabancıyı (Josh Brolin, No Country for Old Men, Milk) evlerine kabul etmeleri ile değişen hayatlarını anlatıyor.

Reitman seveni olduğu kadar sevmeyeni de bol olan, ödül sicili tutarsız bir yönetmen. Geçen seneki Young Adult’ın akıbeti gibi, bu filmin de Oscar gürültüsünde kaybolup gitmesi çok olası. Kate Winslet faktörünü bir kenara yazıp beklemek en iyisi herhalde.

Fruitvale


2008’i 2009’a bağlayan yılbaşı gecesi California’da arkadaşlarıyla eğlenmek için dışarı çıkan 25 yaşındaki siyahi genç adam, eğlence dönüşü trende bir kavgaya karışır ve “polise direndiği” için vurularak öldürülür. Tetiği çeken polis sonradan “Silahı var sandım,” diyecektir, oysa 25 yaşındaki Oscar Grant tamamen silahsızdır…

Irkçılığın günlük yaşamda hala devam etmesi, önyargılarımız ve polis şiddetiyle ilgili çok fazla şey anlatan bu gerçek olay, bir Oscar filmi için gereken bütün öğelere sahip! Nitekim genç yönetmen Ryan Coogler’ın ilk filmi geçtiğimiz ayki festival galasında pek beğenilmiş, o kadar acıklıymış ki salonda ağlamayan kimse kalmamış. Aman ne harika!

Başroldeki genç oyuncu Michael B. Jordan ve kurbanın annesi Octavia Spencer (The Help) için mutlaka ödül muhabbeti dönecektir. Filmin kendisi bence ikinci bir The Blind Side vakası olacak; ama aynı ucuz ve yüzeysel seviyeye inebiliyor mu, hep beraber göreceğiz. Filmin Oscar kampanyasını Harvey Weinstein’ın yöneteceğini ayrıca not düşelim.


DEVAM EDECEK

İKİNCİ BÖLÜMDE: Gelecek senenin “Tipimi değiştirdim ve çok sevilen tarihi bir figürü canlandırıyorum, o yüzden Oscar almalıyım,” kurnazları kim?!

25 Şubat 2013 Pazartesi

Oscar 2013: Otopsi Raporu


> “Son yılların en çekişmeli, en sürprizli töreni” muhabbetlerine rağmen, sezonu takip edenler için aslında son derece tahmin edilebilir bir Oscar yılı oldu. Argo, senenin en az tartışmalı, en “güvenli” seçimiydi. Çok hayranı olmasa da, nefret edeni azdı. Üstüne bir de Ben Affleck’in yönetmenlik adaylığı alamaması hikâyesi eklenince, Argo ekibi “mağdur edildik ey Hollywood unutma bizi” trenini pek güzel yönetti. Nitekim büyük ödülü kazanacağı son üç haftadır gayet belliydi. Listedeki favorim değil ama fazla şikâyetçi olamayacağım.

> Dört oyunculuk kategorisi içinde üç tanesi törenden önce belliydi. Sezonun bütün ödüllerini toplayan Daniel Day-Lewis, Anne Hathaway ve Jennifer Lawrence burada da boy gösterdiler. Açıkçası son bir haftadır dönen “En İyi Kadın Oyuncu’yu Emmanuelle Riva alacak” muhabbetlerini şaşkınlıklar içinde izledim. Riva’nın performansının çok sevildiğini anlıyorum ama tahminlerinde ciddi ciddi ödülün bu oyuncuya gidebileceğini iddia edenleri anlayabilmem mümkün değil. Sezon boyunca BAFTA haricindeki diğer bütün ödülleri Jennifer Lawrence’a kaptıran Riva, Oscar’a son anda sevenlerinin hayır dualarıyla uzanacak değildi herhalde?! Bu fısıltılar son haftada nasıl bu kadar yayıldı, insanların beklentisi – ortada hiçbir işaret yokken – bir haftada nasıl yükseldi anlamadım.

> Önceden tahmin edemediğimiz tek oyunculuk ödülü, En İyi Yardımcı Erkek dalında Christoph Waltz’a gitti. Bu ödülle ilgili iki problemim var: Birincisi, Christoph Waltz Django Unchained’de yardımcı oyuncu falan değil, bildiğiniz başrol. Jamie Foxx ile beraber iki başrolden biri. Dolayısıyla ortada diğer adaylara karşı bir haksızlık var. İkincisi, Waltz’ın bu filmdeki karakterinin, üç sene önce aynı ödülü aldığı Inglourious Basterds karakterinden hiçbir farkı yok. İfade yeteneği kuvvetli, otoriter, ani kararlar verebilen, ürkütücü Alman! Bir karakter çalışması olarak son derece tembel ve özensiz. Yıllardır aynı filmi çekip duran Tarantino, artık karakterlerini de geri dönüşüm yaparak tekrar tekrar kullanacaksa, Waltz önümüzdeki yirmi yılda bu kategorinin gediklisi olacak demektir.

> Yıllardır Oscar ödüllerinde canlı görmek istediğim olaylardan biri sonunda gerçekleşti: Bir ödül iki filme gitti! En İyi Ses Kurgusu dalında beraberlik çıktı. 85 yıllık Oscar tarihinde daha önce sadece 5 kez yaşanan bu tuhaf durum, sadece 1000’de 1 ihtimalle gerçekleşebilen, son derece nadir bir olay. En son 1995 yılında En İyi Kısa Film dalında görülen bu olayın tarihteki en heyecan verici örneği, 1968’te En İyi Kadın Oyuncu ödülünün Barbra Streisand ve Katherine Hepburn arasında paylaştırılmasıyla yaşanmıştı. Olayın videosu burada ve zarfı açıp beraberliği ilan eden Ingrid Bergman’ın inanılmaz sevimli tepkisi için bile izlemeye değer!

> Ang Lee, En İyi Yönetmen ödülünü En İyi Film ödülünü alamadan kazandı ve bunu ikinci kez yaptı! (Ama 2005’teki Brokeback Mountain / Crash rezaletinin aksine bu seferkini herkes bekliyordu.) Tuhaf bir başarı olsa da, ilk kez yaşanan bir şey değil. Yönetmen George Stevens, 1951 yılında A Place in the Sun, 1956 yılında Giant filmleriyle En İyi Yönetmen heykelciğini kazanmış, fakat her iki senede de En İyi Film ödüllerini başka filmlere kaptırmıştı.

> Akademi Ödülleri, bir seneyi daha en iyiyi ödüllendirmek yerine, “zamanın ruhunu” yakalamaya çalışarak geçirdi. Ömrümüzün bir senesi daha geçip gitti.

24 Şubat 2013 Pazar

Oscar 2013: Kaybedenler

Keira Knightley


Keira Knigtley 2005 yılında Pride & Prejudice ile En İyi Kadın Oyuncu adayı olduğu günden beri, kariyerinin Karayip Korsanları evresini hemencecik tamamlayıp “Oscar® Ödüllü Oyuncu” evresine geçmek için adeta can atıyordu.

Zavallı Keira, bir kerecik daha aday olsun diye az mı uğraştı? Pride & Prejudice ile yakaladığı çizgiyi devam ettirmek adına yönetmen Joe Wright ile bir başka İngiliz dönem edebiyatı uyarlamasını zorladı (Atonement), David Cronenberg’e yamanıp “akıl hastalığı + cesur seks sahneleri” kombosunu denedi (A Dangerous Method), sonra Joe Wright’a geri dönüp bu kez tamamen kendi etrafında dönen klasik bir edebiyat uyarlaması çektirdi (Anna Karenina), ama olmadı, olmadı, olmadı!

Knightley’in adı bu filmlerin hepsiyle her sene Oscar söylentilerine karışsa da, bir türlü yetmedi, gerçek bir adaylık asla gelmedi. Bazıları oyuncunun “çok fazla zorladığını” ve bu durumun Akademi üyelerine itici geldiğini söylüyor. Bazıları oynadığı her filmde kendinden rol çalan devasa çenesini ve abartılı çene mimiklerini suçluyor! Hangisi bilemiyoruz ama Keira Knigtley kaybetmeye devam ediyor…

John Hawkes


53 yaşındaki John Hawkes, yaklaşık 20 yıldır birçok film ve dizinin yan rollerinde görülse de, belli bir yaşı deviren her aktör gibi, yavaş yavaş kariyerinin “emektar karakter oyuncusu” evresine doğru ilerliyordu. Derken Hollywood melekleri Hawkes’ın yüzüne güldü. 2010 yılında Winter’s Bone ile sürpriz bir En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylığı geldi. Hawkes birdenbire “yükselen yıldız” etiketine kavuşmuştu.

Artık Steven Soderbergh (Contagion) ve Steven Spielberg (Lincoln) gibi ünlü yönetmenlerden teklifler alan Hawkes, ticari başarı yetmezmiş gibi, düşük bütçeli bağımsız film The Sessions’taki rolüyle 2012’de bir kez daha ödül radarına girdi. Bütün vücudu felçli bir yazarı canlandırdığı film çok iyi karşılandı, “John Hawkes bu kez Oscar’ı alacak” muhabbetleri yapıldı ve zavallı Hawkes için bir beklenti yaratıldı.

10 Ocak’ta adaylar açıklandığında, (Bradley Cooper’ı içeren!) 5 kişilik En İyi Erkek Oyuncu adayları listesinde Hawkes’ın adı geçmiyordu…

Başka birçok ödül ve adaylık kazansa da, Hawkes’ın The Sessions’taki performansı “arada kaynamış” gibi oldu. Bu kez “kaybetmiş” olsa da, umarız bu emektar oyuncu bütün yeteneklerini gösterebileceği rol teklifleri almaya devam eder.

Amy Adams


Hevesli ve hırslı bir oyuncunun hiç aday gösterilmemesinden daha kötü olabilecek tek şey, dört kere aday olup hiç ödül alamamak olurdu herhalde.

Junebug, Doubt, The Fighter ve The Master ile dört kez aday olan Amy Adams, bu seneki Anne Hathaway “vakasını” göz önünde bulundurursak, potansiyel bir galibiyet için BEŞİNCİ adaylığı kovalamak zorunda kalacak.

Akla ister istemez Oscar alabilmek için bir tarafını yırtan ve büyük ödülüne çok şükür altıncı adaylığında kavuşan Kate Winslet gelse de, en çok aday olup hiç ödül alamama rekoru, 8 adaylık ve sıfır galibiyet ile efsanevi oyuncu Peter O’Toole’a ait. Geçtiğimiz yıl emekliliğini açıklayan O’Toole, neyse ki 2003 yılında verilen bir yaşam boyu başarı ödülü ile onurlandırılmıştı. Adams’ın o kadar beklemek zorunda kalmamasını diliyoruz!

Leonardo DiCaprio


Martin Scorsese, Steven Spielberg, Christopher Nolan, James Cameron, Sam Mendes, Clint Eastwood, Danny Boyle ve Quentin Tarantino… Modern sinemanın en ünlü yönetmenleri. Kulağa inanılmaz geliyor ama, 38 yaşındaki Leonardo DiCaprio bu yönetmenlerin hepsiyle çalıştı, hepsinin en az bir filminde başrol oynadı (Django’daki yardımcı rolü hariç).

Böylesine etkileyici bir filmografiye sahip bir “süper star” aktörün, Oscar beklentisi içine girmesi şaşırtıcı değil. Nitekim DiCaprio bu hedefe What’s Eating Gilbert Grape, The Aviator ve Blood Diamond ile üç kez yaklaştı da.

Ama kendisinin dramı şurada: Ünlü oyuncunun en unutulmaz performansları aday olup kazanamadığı filmlerde değil, hiç aday olamadığı filmlerde! Titanic, The Departed, Revolutionary Road, Shutter Island ve Inception’daki Leonardo DiCaprio’nun aday olamaması reva mıdır?

Son beş yıldır kulaktan kulağa fısıldanan “Akademi DiCaprio’yu sevmiyor” söylentileri, bu seneki Django Unchained adaylıklarıyla iyice yüksek sesle söylenir oldu. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında sadece Christoph Waltz’ın aday gösterilmesi, özellikle Waltz’un Django’da yardımcı rol falan değil, düpedüz başrol oynadığı düşünüldüğünde, gerçekten DiCaprio’ya bir tür haksızlık yapıldığı izlenimini uyandırıyor. Kendisi gelecekte bu laneti kırabilecek mi, merakla izliyor olacağız.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Oscar 2013: Kazananlar

Helen Hunt


1997’de As Good as It Gets ile tartışmalı bir En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Helen Hunt, bu ödülü takiben kendini Dr. T & the Women, What Women Want gibi sade suya tirit romantik komedilerde silik kadın karakterlerini oynamaya adamış, 2000’deki Cast Away’den sonra da azalarak yok olmuştu.

The Sessions’taki cesur rolüyle bütün yıl çok konuşulan Hunt, bu muhteşem geri dönüş hikâyesini 15 yıl aradan sonra ilk kez bir Oscar adaylığı alarak taçlandırdı. Kendisi hakkında dönen muhabbetlerin çoğu filmdeki çıplak sahnelerle ilgili olsa da, Hunt’ın The Sessions’ta gösterdiği abartısız ve içten performans, 1997’deki ödülün tesadüf olmadığını kanıtlıyor en azından.

Joaquin Phoenix


Klişeleşmiş “Hollywood’un yaramaz çocuğu” sıfatının en çok yakıştığı isimlerden biri olan Joaquin Phoenix, oyuncu ağabeyi River Phoenix’i aşırı doza kurban verdiği çalkantılı gençlik dönemini atlatmış gibi görünüyordu: Gladiator ve Walk the Line ile iki kez Oscar’a aday olmuş, uluslararası çapta şöhrete kavuşmuştu. Derken bir şeyler oldu. Pheonix 2008’de oyunculuğu bıraktığını, “artık rap albümleri yapmak istediğini” açıkladı ve adı tuhaf kazalar, kavgalar ve David Letterman’a verdiği bi’ milyon kafalı söyleşiyle anılır oldu.

Sonra? Efendim meğerse hepsi oyunmuş. Şöhret ve medyanın ilişkisiyle ilgili bir film çekiyormuş Phoenix. 2010’da yayınlanan ve sırf meraktan izlediğim I’m Still Here adlı filmi bir şeye benzeseydi “aferin, ne cesur oyuncuymuş,” falan derdik belki ama bu haliyle sadece “tuhaf” olarak tanımlayabiliyoruz kendisini.

Ama her işte bir hayır vardır (silver linings playbook!) derler ya... Phoenix bu tuhaflığını The Master’daki karakterine mükemmel biçimde yansıtıyor. Çocuksu ama tehlikeli, dengesiz ve sapık ruhlu Freddie Quell rolü, Joaquin Phoenix’e üçüncü Oscar adaylığını getirdi. Onca tuhaf maceradan sonra, Phoenix için adaylık bile büyük bir başarı diyebiliriz.

Robert De Niro


Robert De Niro, The Godfather Part II, Taxi Driver, Raging Bull gibi sinema tarihinin temel taşları sayılabilecek filmlerdeki rolleriyle çoktan “efsanevi aktör” statüsüne erişmiş, ulaşabileceği en üst noktaya ulaşmıştı. Fakat kariyerinin ikinci yarısında rahat bir emeklilik hayatı yerine, Analyze That, Meet the Parents gibi ucuz komedi filmleri, bu filmlerin sayısız devam filmleri, veya 50 Cent’in oyunculuk yaptığı (!) tırt suç filmlerinden oluşan çirkin bir döneme girdi.

Biraz da bu yüzden, De Niro’nun Silver Linings Playbook’ta yıllar sonra ilk kez azıcık oyunculuk başarısı göstermesi önemliydi; izleyiciler ve Akademi üyeleri bu büyük oyuncuyu “büyük” yapan sebepleri yeniden hatırladı ve kendisini gözyaşları içinde yeniden bağırlarına bastılar. Silver Linings Playbook elbette Taxi Driver ve diğerlerinin yanında hatırlanmayacak, ama en azından De Niro’nun kariyerindeki “çirkin dönemi” unutturur belki.

Bradley Cooper


Bradley Cooper. The Hangover, The Hangover Part II, All About Steve ve The A-Team gibi filmlerin unutulmaz yıldızı Bradley Cooper.

Bradley Cooper bugün bir En İyi Erkek Oyuncu adayı.

Daniel Day-Lewis ile aynı kategoride yarışıyor.

Daha büyük bir “kazanan” olabilir mi?