Gwyneth Paltrow etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gwyneth Paltrow etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2013 Pazar

Sinema: Iron Man 3


Spoiler içermez, rahat rahat okuyabilirsiniz.

Bir kahramanın (veya kahramanların) etrafında dönen seri filmlerin belli bir formülü vardır: Kahraman + büyük bir tehdit + bin bir türlü engel ve şanssızlık = kaçınılmaz mutlu son + devam filmine gönderme! Muhtemelen Homeros’un İlyada’sından beri milyonlarca kez tekrarlanan bu hikâye formülünden niye bir türlü sıkılmadık? (Homeros bile İlyada çok tutunca Odysseia’yi yazmış arkadaş!)

Aslında cevap basit: İçinde yaşadığımız bu boktan dünyada, ne kadar gerçekdışı veya fantastik olurlarsa olsunlar, ilham verici kahramanlık hikâyeleri duymaya ihtiyacımız var.

İşte belki de bu yüzden, süper kahramanlı seri filmlerin altın çağını yaşamaktayız. Geçen yılın en çok iş yapan 10 filminin 10’unun da seri filmi olması bir yana *, kalitede de bir yükseliş görüldüğü söylenebilir. Evet, The Amazing Spider-Man gibi dandik, para tuzağı filmler hala çekiliyor ve izleniyor ama; The Avengers, Skyfall gibi sadece gürültülü bir süper kahraman filmi olmakla yetinmeyen, bu alt türe yeni tatlar, yeni duygular getiren tutkulu filmlerin varlığı sizi de heyecanlandırmıyor mu?

Iron Man serisinin yeni filminin de benzer bir tutkuyla çekildiğini düşünüyorum.

Iron Man 3, Iron Man 2’den ziyade, The Avengers’ın devam filmi olarak işliyor denebilir. New York’ta yaşanan küçük kıyametin ardından, Tony Stark artık eski Tony Stark değil. Meşhur egosuna darbe yemiş, özgüveni zedelenmiş ve kaybetmekten korkan bir Iron Man var karşımızda. Bu çokbilmiş, 7/24 karşısındakine ayar vermeye odaklı (ve açıkçası kötü bir karikatüre dönüşmek üzere olan) karakterin, bu değişimden ne kadar faydalandığını anlatamam. Sonunda izlerken kendinizi bulabileceğiniz, insani bir kahramana dönüşüyor Iron Man. (Fakat merak etmeyin, ukala dehasını kaybetmiş değil; klasik laf sokmaları ve sivri esprileri hala fazlasıyla mevcut.)

Tony Stark bu ruh halindeyken, karşılaştığı tehdidin son derece büyük ve korkutucu olması, seyirci açısından son derece tatmin edici sonuçlar doğuruyor. Mega terörist Mandarin’in elindeki akıl almaz gücün karşısında neredeyse çaresiz kalan Stark’ın çırpınışlarını (ve nihayetinde silkelenip ayağa kalkışını) izlemek oldukça keyif veriyor. Bu odak noktasının bilinçli bir tercih olduğu çok açık: Bu filmde her zamankinden daha fazla Robert Downey, Jr. var – Iron Man kostümünün içinde saklanmadan. Bana öyle geliyor ki bu filmin adı Iron Man 3 değil, Tony Stark olmalıydı.

Şimdi… Ben bunları son derece olumlu anlamda söyledim. Bu film serisinin esprili ruhunu kaybetmeden daha derin bir karakterizasyona yönelmesi, ve bunu eğlenceli ve şaşırtıcı bir şekilde yapması benim için çok hoş bir durum. (Aslında beni tek bir sahneyle kazandı bu film. Son zamanların pek popüler İngiliz dizisi Downton Abbey’yi izleyenleri muhteşem bir sürpriz bekliyor!)

Fakat bu durum, filmden farklı beklentileri olan seyirciler için bir sorun yaratabilir. Film, “yok artık, hadi canım ya!” dedirten pek çok ters köşe sürpriz barındırıyor ve olan biten her şeye bir parça gözü kapalı inanmayı gerektiren açıklamalar getiriyor.

Ben senaryoya “inanmayı” tercih ettim ve büyük keyif aldım. Bana göre rahatlıkla en iyi Iron Man filmi olmakla beraber, son dönem Marvel filmlerinin de en iyisi olabilir.

Ama “bana ne karakterden, çoh saçmaydı” diyenleri ve çizgi roman karakterini çok iyi tanıyan (ve filmin getirdiği özgür yorumu hazmedemeyecek) “püristleri”, Gwyneth Paltrow’un fütursuzca sergilediği akıl almaz karın kasları bile tatmin etmeyecek gibi geliyor!


10 üzerinden 7,5


Not: Her Marvel filminde olduğu gibi, final yazılarının ardından gelen ekstra bir sürpriz sahne daha var. Işıklar yanar yanmaz salonu terk etmeyin, bir 10 dakika bekleyin derim. Ama uyarmış olayım: öncekilerin aksine, bu seferki ekstra sahne “gelecek filmlere” dair bir gönderme, bir ipucu içermiyor.

* 2012'nin en çok kazanan filmleri: The Avengers, Skyfall, The Dark Knight Rises, The Hobbit: An Unexpected Journey, Ice Age: Continental Drift, The Twilight Saga: Breaking Dawn Part 2, The Amazing Spider-Man, Madagascar 3: Europe’s Most Wanted, The Hunger Games ve MIB3.

18 Ekim 2011 Salı

Filmekimi 2011: Contagion


Felaket filmlerini başarılı ya da başarısız yapan şey, filmin o felaketi nasıl sattığıdır. Meydana gelen felaketin inandırıcılığı ne kadar yüksekse, seyirci filme kendini o kadar çok kaptırır; en iyi felaket filmi, seyircisine “ya ben de orada olsaydım?” diye sordurtandır.

Bu türdeki pek çok film, seyircisini uzaylı saldırısı, nükleer saldırı, düşen göktaşı, düşen uçak, batan gemi, raydan çıkan tren, patlayan volkan, yutan tsunami ve hatta küresel ısınma gibi fantastik (?!) öğelerle etkilemeye çalışır. Bu saydıklarımın hepsi gerçekleşmesi son derece mümkün şeylerdir (belki küresel ısınma hariç, hah!), fakat bizim gibi sıkıcı hayatlar yaşayan sıradan seyirciler için bir hayli uzak görünürler.

Steven Soderbergh’in son filmi Contagion’ı etkileyici kılan şey, sattığı felaketin, bizim gibi sıradan seyircilerin sıkıcı yaşamına tek bir dokunuş, tek bir nefes kadar yakın olması.

Çok hızlı yayılan, kısa sürede tüm dünyayı tesiri altına alan, son derece bulaşıcı ve öldürücü bir salgın hastalığın toplum üzerindeki etkisini, sakat bir dağılımla seçtiği farklı bireyler üzerinden anlatıyor film.

Tespit edilen ilk vaka olan Gwyneth Paltrow, gittiği Uzakdoğu gezisinde kaptığı hastalığı Amerika kıtasına taşıyor. Eşi Matt Damon, karısının ölümüyle yıkılıyor yıkılmasına ama, hastalığın karısından kimlere yayıldığı ile ilgili yapılan soruşturmanın sonucunda öğreneceği büyük bir sürpriz var: Karısının sadakatsizliği. Bir yandan bu gerçekle hesaplaşan, bir yandan da büyümekte olan genç kızının sorunlarıyla uğraşan Damon’ın karakteri, böyle bir felaketin getirebileceği bireysel ve insani sorunları inceleyen tek karakter. Zengin kadronun geri kalanı, bu çaptaki bir felaketin toplumda yaratacağı infiali yansıtabilmek adına piyon olarak kullanılıyorlar. Elbette hepsinin kişisel sorunları ve hikâyeleri var. Fakat bu hikâyeler neredeyse fazla gerçekçi, fazla doğal hikâyeler; anlatılış biçimleri, belki de Soderbergh’in hedeflediği gibi, belgeselden farksız. Evet, büyük resme çok iyi hizmet ediyorlar, ama filmin sonunda seyircinin aklında kalan tek hikâye, Matt Damon’ın canlandırdığı karakter ve onun ailesinin kişisel dramı oluyor.

Ölümünün ardından sadakatsizliği ortaya çıkan eş hikâyesi, bana fazlasıyla Defne Joy Foster’ı hatırlattı bu arada. Ne yaptığını öğrensen bile, karşında bağıracağın, öfkeleneceğin, hesap soracağın kimse bulamadığında, elinde kalan mutlu hatıralara tutunmaktan başka yapabileceğin bir şey var mı? Kaybettiğin kişiyi her zaman bildiğin imajıyla mı yaşatacaksın hafızanda, yoksa yeni öğrendiğin imajıyla mı? Film bu sorulara ucundan da olsa dokunuyor. Ergenliğini felaket günlerinde yaşadığı için bunalıma giren genç kızın bencil/şımarık tavırları ise sinirlerimi bozdu, hiç girmiyorum. Matt Damon iyiydi ama.

Hastalığı araştıran ve aşısını geliştiren ekipten Laurence Fishburne, Kate Winslet, Jennifer Ehle ve Marion Cotillard da, dediğim gibi, büyük resme iyi hizmet ediyorlar. Fakat Matt Damon’dan sonra, seyircide insani bir merak uyandıran ikinci karakter Jude Law’ın karakteri oluyor. Jude Law’ın karakteri sivri kalemli bir blogger. Günümüzün sosyal medya düzeninde, gerçek bilginin ve kulaktan dolma söylentinin yayılma hızını, veya internetin oluşturacağı yeni kahramanları anlatmadan modern bir felaket filmi çekmek olmazdı zaten. Hastalığın oluşturduğu büyük tehdidi hükümetten önce fark eden Law, “gerçekleri saklayan hükümet karşısında, hakikati sızdırmaktan korkmayan dürüstlüğün sesi” olarak kısa sürede milyonlarca kişinin desteğini topluyor. Belki de söylememe gerek yok ama, burada bariz bir Julian Assange portresi çiziliyor. Assange gibi, oldukça hassas bir çizgide yürüyor bu karakter. İnandığı şeyi söyleme ve söyledikleri ile kitleleri yönlendirme gücü var. Peki, doğruları konuşabildiği için mi milyonlarca destekçisi var, yoksa destekçileri sayesinde mi konuşuyor? Özgürlük savaşçısı mı, yoksa özgürlük taciri mi? Jude Law’ın Contagion’da çizdiği internet devrimcisi portresi, bu sorunun iki yanıtına da göz kırpan davranışlar sergiliyor.

Film bittiğinde, festivalde gösterilen diğer filmlere nazaran çok da kalabalık olmayan salondan çıkarken (filmin bu hafta bütün salonlarda gösterime girecek olması yüzünden olabilir), bir haftadır sinir bozucu bir öksürükle boğuşan arkadaşım yine öksürdü. Derhal iki adım geriye çekildim; yooo, savaşmadan gitmeyecektim, okulda, otobüste, hiçbir şeye dokunmayacaktım bundan sonra! Bu delilik halini iki dakika içinde üzerinden attım neyse ki, ama titizlik hastası seyircilerin kesinlikle bu filmi izlememesi gerekiyor. Ciddiyim. Bir film için “bu filme gitmeyin” diyen eleştirmenlerden nefret ederim ama, bu kez, belli bir kitle için bile olsa, bunu demek zorundayım; mikrop fobisi ve takıntıları olan izleyiciler bu filmden uzak dursun. Çünkü Soderbergh yüzleri çok iyi tanınan, yıldız oyuncular kullanmasına rağmen bir belgesel kadar gerçekçi, hatta gereğinden fazla gerçekçi bir film çekmiş.


10 üzerinden 7