29 Aralık 2010 Çarşamba

Sinema: Winter's Bone


Yalın, soğuk, sert ama umut dolu… Filmin ana karakteri Ree’yi betimleyen bu sıfatlar, aslında filmin kendisini de çok iyi anlatıyor.

Yönetmen Debra Granik’in ikinci filmi Winter’s Bone, çok az kişinin bildiği vahşi ve soğuk bir coğrafyanın vahşi ve soğuk insanlarını, neredeyse bir belgesel gerçekliği ile takip ediyor. Sonuç, olabildiğince sade ve büyüleyici güzellikte bir film…

Winter’s Bone, 17 yaşındaki Ree Dolly’nin soğuk bir orta Amerika köyünde hasta annesi ve iki kardeşi ile beraber hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Ree, bütün hayallerini askıya alıp bütün zamanını kardeşlerine bakarak geçirirken, karanlık işlere bulaşan ve bir süredir eve dönmeyen babasının oturdukları evi kefil olarak verdiğini öğreniyor… ve sokakta kalmamak için babasını köy köy aramaya başlıyor.

Ree, bu arayışına başlayınca, bizler de bu küçük dağ topluluğunu daha yakından tanımaya başlıyoruz. Herkesin birbirini tanıdığı, hatta uzaktan akraba olduğu, her türlü dedikodunun çok hızlı yayıldığı, çok kıpırtısız dursa da aslında içten içe kaynayan, karanlık bir topluluk bu. Her türlü kanunsuz iş mevcut. Herkes bilse de, kimse sesini çıkarmıyor. Çünkü bu büyük “ailede”, herkes kendi ayakları üzerinde durmayı biliyor.

Ree’nin de bütün çabası bu… Kendi kendine yetebilmek… Yaşadığı coğrafya ve acımasız hayat şartları, onu büsbütün sert ve soğuk bir kız yapmış. Bütün akrabaları gibi, onun da hayatta kalma içgüdüsü çok kuvvetli. Çaldığı bütün kapılar ona bir bir kapansa da, o yoluna devam edecek. Çaresizlik ve gurur arasındaki ince çizgide, ailesi için en iyi olanı yapmak adına her türlü fedakârlığa hazır. Bu yolculukta hem kendini, hem içinde yaşadığı katı hiyerarşik düzeni, hem de (ancak ortak sorunları nedeniyle bir araya gelebildiği) soğuk ve güçlü amcasını yeniden keşfedecek.

Fotoğraf güzelliğindeki görüntü yönetimiyle de ön plana çıkan film, bu arada kendi starını da yaratıyor: Muhteşem bir çıkış performansıyla genç Jennifer Lawrence. Lawrence, çok katmanlı rolünün altından muazzam bir başarıyla kalkıyor. Filmin sonlarındaki çözüm sahnesinde (spoiler olmasın diye söylemiyorum) verdiği tepkiyi seyrederken tüylerim diken diken oldu yeminle, şimdi bile aklıma geldikçe ürperiyorum hatta! Gerçekten yılın en iyi performanslarından biri, hatta muhtemelen en iyisi ama daha görmediğim filmler var tabii.

Winter’s Bone, hiçbir klişe kullanmadan, sadece söylemesi gerekeni söyleyen, çok sade, ama buna rağmen nasıl oluyorsa aynı zamanda epik bir anlatıma sahip, gerçek bir “sinema” deneyimi.

Yarattığı karanlık (fakat umut dolu) atmosfer ve “tek başına ayakta kalmaya çalışan güçlü kız” figürü ile bu yılın Precious’ı olduğu söylenebilir. Fakat ondan daha iyi. Geçen sene En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu heykelini Precious’ta ürpertici güzellikte bir performans çıkaran genç Gabourey Sidibe’ye değil, Sandra Bullock’a (!) veren Akademi, aynı haksızlığı umarız bu sene de tekrarlamaz.

10 üzerinden 9

17 Aralık 2010 Cuma

Sinema: The Kids Are All Right


“Bu alışılmadık aileye!” Filmin belki de en kritik sahnesinde Mark Ruffalo’nun canlandırdığı Paul karakteri kadehini işte böyle kaldırıyor. The Kids Are All Right için en güzel tanım da bu aslında: Sıradışı bir “aile” güzellemesi.

Filmin akıllara zarar konusu şöyle: Nic ve Jules (Annette Bening ve Julianne Moore) beraber yaşayan lezbiyen bir çifttir. Aynı sperm donöründen aldıkları sperm ile ikisi de hamile kalır ve (aslında üvey kardeş) iki çocuk dünyaya getirirler. Yıllar sonra büyük çocukları Joni (Alice In Wonderland’den sonraki ilk rolüyle Mia Wasikowska) 18 yaşını doldurduğunda biyolojik babasını tanımak ister. Biyolojik baba Paul’ün hayatlarına girmesiyle ailenin bütün dengeleri değişir…

Gördüğünüz gibi filmin konusu izleyiciyi son derece yabancılaştırıcı. İlk sahnelerde bu “iki anneli” aileyi seyretmek izleyiciyi filmden bir parça uzaklaştırıyor. Fakat bu ilginç ailenin diyaloglarına ve birbirleri ile etkileşimlerine tanık oldukça, aslında onların da herhangi bir orta sınıf Amerikan ailesi olduğuna inanıyorsunuz… Bir süre sonra cinsiyetleri görmemeye başlıyorsunuz. Filmin en büyük yeteneği de işte bu: Bu olağanüstü aileyi, bütün sorunlarıyla, mutlu anlarıyla, çatışmalarıyla olağan bir aileye dönüştürmesi.

The Kids Are All Right bir büyüme hikayesi. Nic ve Jules’un “demokratik-fakat-disiplinli” çocuk yetiştirme tarzına hiç uymayan Paul, “çocuklarıyla” iletişim kurabilmek adına herkesle kaynaştıkça, tüm aile tam bir sınavdan geçiyor. Bütün bireyler kendilerini sorguladıkları bir yolculuğa çıkıyorlar… ve sonunda da “büyüyorlar”. Filmin sonunda, filmin adındaki “kids” öznesinin aslında çocuklar değil, ebeveynlerin ta kendisi olduğunu anlıyoruz.

Yetenekli ve zeki senaryosu, hiçbir şeyi aceleye getirmeyen fakat hiç sıkmayan kurgusu bir yana, The Kids Are All Right en çok oyunculuklarıyla yükseliyor. Annette Bening, en çaresiz anlarda bile kurallardan ve “doğru olanı yapmak”tan vazgeçmeyen problemli anne rolünde, kontrollü oyunculuğuyla resmen döktürüyor. Onun ilgiye ve takdire muhtaç, “müzmin kaybeden” karısı Jules rolündeki Julianne Moore’un performansı hayranlık uyandırıcı, ama şanssızlığı, rol arkadaşı Bening’in kendisini gölgeliyor olması. Geçen sene A Single Man’de çıkardığı harika performansla Oscar adaylığı alamayan Moore, maalesef bu sene de Annette Bening’in gölgesinde kalıp görmezden gelinecek gibi duruyor. (Bu arada cidden, geçen sene En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisindeki beşinci adaylık Crazy Heart’taki basit rolüyle Maggie Gyllenhaal’un değil, kesinlikle Julianne Moore’un olmalıydı.)

Tim Burton’ın hayal kırıklığı yaratan masal uyarlaması Alice In Wonderland’de benim sinirime dokunan, gıcık bir Alice karakteri çizen Mia Wasikowska, aradığı şeyi tavşan deliğinden ziyade bu küçük California banliyösünde bulmuş gibi. Çok rahat ve çok iyi oynuyor. Çıkışı pek parlak olmasa da geleceği sağlam görünüyor diyebiliriz.

Sonuç olarak The Kids Are All Right, “aile filmi” olmayan bir “aile” filmi… Zekice yazılmış, yer yer komik, uzak görünen ama aslında yakın, son yarım saate kadar çaktırmasa da aslında “sıcak” bir film. Bu seneki Oscar Ödülleri’nde birden fazla adaylık ile karşımıza çıkar diye düşünüyorum.

10 üzerinden 7.5

8 Aralık 2010 Çarşamba

Gündem: Bil Bakalım Kim?

“Bize cenaze yıkayıcısı dediler. Bize taşralı köylü, zenci dediler.” Peki, bunları Başbakan’a diyenler kimler acaba? Orası söylenmiyor. Boşluğu siz doldurunuz…

AKP hükümeti, iktidara geldiği günden beri devamlı bir kavga halinde. Dillerde sürekli bir “Yaptırmıyorlar, ettirmiyorlar, önümüzü tıkıyorlar” şikayeti. Bir numaralı sloganları da “Demokrasinin önünü açmak istiyoruz, açtırmıyorlar”.

Şimdi benim bildiğim, bir kavgada iki taraf olur. Yıllardır bitmek bilmeyen “Türk demokrasisi” kavgasında taraflardan biri belli: AKP hükümeti. Peki ya diğer taraf? Kim var o tarafta? Demokrasinin önünü kim kapıyor? Kimmiş bu “hainler”?

Artık “şeriat geliyor, gelmiyor” tartışmalarını geçtim. Bunun da ötesinde, AKP’nin yaptığı asıl ve daha tehlikeli bir yanlış var: Kendisine oy vermeyen %50’yi 10 yıldır bir türlü tanıyamaması, ya da tanımazlıktan gelmesi.

(Zaten özgürce at koşturduğu siyasi arenada) karşılaştığı nadir yüksek sesli muhalefeti bir kısım asker, hâkim ve öğretim görevlisinden gören AKP hükümeti, bütün bunları güzelce paketledi ve fevkalade yüzeysel bir biçimde etiketledi: “Elitistler, asker şakşakçıları, darbeciler…” Peki bu “sinsilerin” amaçları ne? “Şimdiye kadar hep ayrıcalıklı yaşadılar, şimdi halka karışmak istemiyorlar…”

Formüle bak! Gelen her türlü muhalefet ve itirazı bu şekilde karşılamak mümkün. “Efendim bu itirazlar kuyruk acısı, halkın iktidarından korkuyorlar… Bu yasaya karşı çıkanlar demokrasiye inanmayanlar ve sahip olduğu ayrıcalıklardan vazgeçmek istemeyenlerdir…”

Şimdi, ben gerçekten böyle bir kesim olduğunu inkâr etmiyorum. AKP hükümetinin -haklı ya da haksız- çomak soktuğu bir sürü teker olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu kişiler sadece bu motivasyonla muhalefet yapıyor da olabilirler.

Peki, bu kesim, AKP’ye oy vermeyen %50’nin ne kadarını oluşturuyor? Söyleyeyim. Çok azını. Çok çok azını. AKP’ye oy vermeyen milyonlarca üniversite öğrencisi, özel sektör çalışanı, esnaf, emekli, çiftçi; hepsi, tek kalemde, “elitist”, ya da ne bileyim, “fildişi kulesinden inmek istemeyen aristokrat” olarak damgalanıyor!

Muhalifin de kafası karışıyor tabii: Madem öyle, biz bu “ayrıcalıklarımızı” niye hissetmiyoruz? Her aybaşı doldurduğu aylık akbiliyle okuluna 3 otobüs değiştirerek giden üniversite öğrencisinin “fildişi kulesi” acaba neresi oluyor?!

“Halk” dediğin şeye bunlar da dahil değil mi? Değilse, bu insanlar nereye ait?

Böyle göstermelik ve suçlaması kolay bir muhalefet tablosu çizen AKP hükümeti, sonuçta kendisine oy vermeyen gerçek muhalefeti “tanımıyor” ve 10 yıldır kendi yarattığı “gölge muhalefetle” kavga ediyor. Gerçek, “halk muhalefetinin” de aidiyet duygusunu zedeliyor, onları yabancılaştırıyor ve düşman gösteriyor.

Bunu bilerek mi yapıyor, yoksa gerçekten mi göremiyor, onu da sonra tartışalım.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Sinema: Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I


***Spoiler içerir.***

Duyduk duymadık demeyin! Kitaplar ve onlardan uyarlanmış filmler arasındaki ilişkiyi açıklıyorum: Böyle bir ilişki yoktur. Filmler, uyarlandıkları kitapların ruhunu yansıtmakla yükümlüdürler; olayların nasıl ve hangi sırada yaşandığı, nasıl anlatıldığı ve hatta anlatılmadığı gibi detaylar artık kitap yazarının değil, film yönetmeninin sorumluluğudur. Yönetmen materyali alır ve kendi vizyonuna göre, adı üstünde, “uyarlar”. The Lord of the Rings filmlerinin bu kadar başarılı olmasının sebebi bu filmlerin Tolkien filmleri değil, baştan sona kararlı bir biçimde “yönetmen Peter Jackson” filmleri olmasıdır.

Yıl olmuş 2010, serinin yedinci filmi yayınlanmış; ve fakat ortalıkta hala “kitapta şu vardı bu vardı, filmde nerdeler, ayrıca Narcissa Malfoy’un saçları niye kahverengi??? :(((( diye dolaşan HP hayranları var! “Yoo dostum yoo” diyorum hepsine!

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I ve yönetmeni David Yates, Peter Jackson’ın LotR serisinde yakaladığı parlak ışıltıyı yakalayamıyor belki; ama serinin hayranlarını tatmin etmenin ötesinde (ki ediyor), genel sinema seyircisinin bile gözünü boyamayı başarıyorlar.

Fakat tabii ki filmle sorunu olan izleyiciler de var. Bunlar iki kategorideler: 1) Harry Potter’ı bilmeyen ve sevmeyenler, 2) Harry Potter’ı çok fazla bilen ve çok fazla sevenler. Birinci kategoridekiler her yeni filmde bıkmadan usanmadan “olaylara açıklama yok, karakterizasyon yok!” diye ağlıyorlar ki, şu saatten sonra onlara diyecek bir sözümüz yok zaten (kitapları – ya da hiç olmadı eski filmleri – bilmeden, olay örgüsüne ve karakter gelişimine büyük resimden bakmaları mümkün değil).

Ama ikinci kategoridekiler beni deli ediyorlar!

Yazı bu noktadan sonra çılgın HP hayranlarının kapışmasına dönüşecek gibi, şimdiden uyarayım!

Efendim bu ikinci grup her filmden çıktıktan sonra (herhalde kitabı ellerine alıp) “şu yoktu, bu yoktu, bu sahne ise kitapta yoktu ve dolayısıyla saçmaydı!” listesi çıkarmaya bayılıyorlar. Film genel olarak nasıl bir duygu yansıtmış, derdini anlatabilmiş mi, Harry’nin iç ve dış dünyasını perdeye güzel uyarlayabilmiş mi bunlara bakmak yerine; kaynak kitabı akıllarından bir an olsun çıkarmıyorlar, “Şu sahneyi çok kısa geçiştirmişler, özellikle şu diyalog daha uzun tutulabilirdi, bunu koyup bunu koymamışlar mı, yuh!” derdine düşüyorlar.

Bir kere mesele HP hayranı olmaksa, ben HP hayranının daniskasıyım! Ama yok. Bu arkadaşlarımızın sorunu HP kitaplarını okuyup anlamak değil, yeterince film izlememiş olmak.

Şu noktada kendimi muhteşem bir film gurusu ilan etmiyorum ama, bir HP hayranından önce bir sinemasever olarak söyleyebilirim ki; bu film serinin en güzel filmi.

Filmin açılışından itibaren Harry ve arkadaşlarının içinde bulunduğu (ya da içine zorlandığı) çaresizlik ve paylaştıkları ağır sorumluluğun getirdiği toplum dışına itilmişlik, yalnızlık çok iyi işlenmiş. Üstelik rahat rahat işlenmiş. Filmi ikiye bölme kararının ne kadar doğru olduğu işte buradan belli: Önceki filmlerin aceleciliği ve sakarlığı bu filmde yok.

Bu dinginlik hissi, filmi olması gerektiğinden fazla etkilemiş denebilir… Filmin temposu yer yer aksıyor ve hikayenin yönü ve ritmi bir anlığına da olsa şaşıyor. Senarist Steve Kloves belli ki bunu fark etmiş ve her 10 dakikada bir aksiyon / gerilim sahnesi yerleştirmiş ama, bu açıdan Deathly Hallows: Part I aşırı matematikli bir film gibi görünüyor ve üstelik matematiği de çok sağlam değil. Ama zaten kitabın ilk yarısında Harry’nin kendisi de hiçbir şey bilmemenin getirdiği bir boşluğa düşüp amaçsızca ve şaşkınca oradan oraya savrulmuyor muydu? Filmin kurgusu bunu yansıtıyor diyebilir miyiz acaba?

Yanlış anlamayın, temposu aksak, kurgusu sakin dedim ama, büyücülük dünyasında artık bir ölüm kalım savaşı var ve Harry’nin aksiyon ve gerilimi her zamankinden daha epik (yedi Potter, Godric’s Hollow ve bence filmin en büyük sürprizi, üç ana oyuncunun aslında hiç görünmediği Sihir Bakanlığı sahnesi – hepsi birbirinden harika). Ayrıca kurgunun yavaşladığı o bölümlerde sırasıyla Harry, Ron ve Hermione’yi canlandıran Daniel Radcliffe, Rupert Grint ve Emma Watson arasındaki tek kelimeyle muhteşem etkileşime ve bu oyuncuların 10 yıl içinde inanılmaz ölçüde gelişen oyunculuklarına tanık oluyoruz. İlk kez bu filmde “Bunlar gerçekten de çok iyi arkadaşmış” diyoruz (hem oyuncular, hem de canlandırdıkları karakterler için).

Önceki filmlerden farklı olarak bütün hikâyenin Hogwarts’ın güvenli duvarlarının dışına taşınması, filme taptaze bir hava getirmiş. Half-Blood Prince’te karanlık bir atmosfer yaratmak için şatonun mistik ve gizemli mimarisinden yardım alan yönetmen David Yates, bu filmde inanılmaz güzel ve bir o kadar da hüzünlü dış mekân manzaraları yakalıyor.

Son olarak filmi izleyen herkesin konuştuğu iki sahneye gelmek istiyorum. Bunlardan ilki Ölüm Yadigarları animasyonu, ki ne kadar leziz olduğunu bir de benim söylememe gerek yok sanırım. Diğeri ise şu meşhur dans sahnesi! Harry’nin Hermione’yi neşelendirmek için dansa kaldırması kimileri tarafından pek “absürt” bulunmuş ama, bence bu sahne kitapta olması GEREKEN bir sahneydi: Bir noktada Harry için her şey o kadar kötü gidiyor ki (Hedwig ölüyor, Hortkuluk bulamıyorlar, bulsalar yok edemiyorlar, Ron onu terk ediyor, asası kırılıyor vs.), elinde kalan tek iyi şey Hermione’nin yoldaşlığı oluyor. Ve açıkçası kitaptaki Harry Hermione’ye yeterince minnet duymuyor, duyuyorsa da iyi ifade edemiyor ve bir parça gıcık görünüyor. Bu dans aslında Hermione’ye bir teşekkür, duygusal özürlü Harry’nin “Yanımda olduğun için sana minnettarım ve seni seviyorum arkadaşım” deme şekli. Harry’nin karakterine ve filmin kendisine eklenmiş +10 sempati puanı!

Sonuç olarak, tekrar edeyim: Prisoner of Azkaban ile beraber, serinin en güzel filmi. “Bir bütünün ilk yarısı” olduğu hissini üzerinden atamıyor ama bu haliyle de duygusal olarak kendi ayakları üzerinde durabiliyor. Ve biz HP hayranlarını ağız sulandıran epik bir finale çok iyi hazırlıyor.

10 üzerinden 8

9 Kasım 2010 Salı

Sinema: The Social Network


David Fincher filmleri hiçbir zaman “blockbuster” diyebileceğimiz, büyük seyirci kitleleri hedefleyen filmler olmamıştır… David Fincher filmleri hiçbir zaman “tribünlere oynayan”, ödül peşinde koşan Oscar filmleri de olmamıştır.

Ama güzel yapılan iş her zaman hak ettiği ilgiyi görür sevgili okuyucular.

Stüdyo yetkililerinin ateşli itirazlarına kulak tıkayarak çektiği Seven ve Fight Club gibi filmler bir şekilde seyircisini buldu ve kült film statüsüne ulaştı. İki sene önce çektiği The Curious Case of Benjamin Button ise yönetmene hem maddi hem de eleştirel başarı getirdi; 333 milyon dolar hasılat elde eden “fantastik” yapım “En İyi Film” dahil 13 dalda Oscar’a aday oldu (o senenin diğer adayları arasında bana göre en zayıf kalan film olsa da).

Fincher, Benjamin Button’dan çok değil, iki sene sonra, muhtemelen kendisinin bile beklemediği kadar ilgi ve beğeni toplayan The Social Network ile geri döndü (bütün film eleştirmenlerinin verdiği notların ortalamasını hesaplayan Rotten Tomatoes sitesinde filmin görünen notu %97!).

Herkesin bildiği adıyla “Facebook filmi”, Facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg’in bu uğurda neleri göze aldığını anlatıyor. “Facebook’u kim kurdu, asıl fikir kime aitti” temalı bir dizi davayla yüz yüze kalan (ve sonucunda bütün “arkadaşlarıyla” papaz olan) Zuckerberg, bu davalar aracılığıyla geçmişini ve yaptığı hataları sorguluyor.

Efendim dayanamayıp ağzımdaki baklayı çıkaracağım. David Fincher için böyle uzun bir giriş güzellemesi yaptım ama, The Social Network gerçekten bütün eleştirmenlerin ölüp bittiği kadar muhteşem bir film değil.

Bütün eleştirmenlerin gözünü bu denli boyayan şeyin ne olduğunu ancak tahmin edebilirim. Bana öyle geliyor ki ikinci bir Up In The Air vakası yaşıyoruz. George Clooney’nin başrolünde oynadığı 2009 yapımı film, Clooney ile beraber iki yardımcı kadın oyuncusunu da Oscar adaylığına taşımış, kendisi de “En İyi Film” kategorisinin en iddialı adayı olarak görülmüştü.

Eleştirmenlerin Up In The Air’e bayılmasının sebebi, günümüzün hızla şekil değiştiren ekonomik ve teknolojik koşullarında, en az bu koşulların kendisi kadar hızlı değişen insan ilişkilerini cesur bir biçimde ele alması ve içinde bulunduğumuz jenerasyonun sürekli hissettiği “bir yere ait olamama” duygusunu çok iyi yansıtmasıydı: Kısacası “zamanın ruhu”nu çok iyi yakalamasıydı.

Bu saydığım şeylerin hepsi The Social Network için de söylenebilir. Fincher’ın filmi de, Jason Reitman’ın 2009 filmi gibi, konuya "büyük bir süratle değişen ve evrimleşen sosyal-dijital hayat tarzı" çerçevesinden bakarak modern insan ilişkilerini sorguluyor. Up In The Air’den farklı olarak, bu karışıma gençlik döneminde hepimizin içinde yanan “Büyük bir şeyler başarmalıyız, fark yaratmalıyız!” ateşini de ekliyor… Bu gençlik hedeflerini çoğumuzun başaramayacağını, başarsak bile büyük ihtimalle mutlu olamayacağımızı açıkça söylemekten de çekinmiyor.

Ve daha fazlasını da yapmıyor.

Aaron Sorkin’in pek beğenilen senaryosu kabul edelim (çok sıkıcı olabileceği halde) tıkır tıkır işliyor, ama gelin görün ki biraz fazla “tıkır tıkır” işliyor: Gerçek hayatta oldukça uzun bir süreçte gelişen olayları iki saatte anlatacağız derken senaryo yer yer komikleşiyor, yapmacık duruyor (“Hey Mark, sizin sınıftaki şu kız vardı ya, çıktığı kimse var mı onun?” “Benim böyle şeylere vakt – dur bi’ dakika! RELATIONSHIP STATUS!!!!!”).

Genç oyuncu Andrew Garfield’ın sağlam bir kompozisyon çizdiği Eduardo Saverin karakterini (Mark’ın en yakın arkadaşı = en büyük düşmanı) dışarıda tutarak, bütün karakterlerin aşırı karikatürize durduğunu da söylemek zorundayım. Tek bir donuk surat ifadesiyle bütün filmi idare edebileceğini düşünen Jesse Eisenberg, Mark Zuckerberg karakterini tek boyutlu bir “bilgisayar ineği”nden öteye geçirmekte zorlanıyor. Tamam, Zuckerberg bu filmde belli ki duygularını gizleyen, başarıya odaklanmış, soğuk bir “anti-kahraman” olarak portrelenmiş ama, Eisenberg’in yorumunda seyircinin gerçek hayatla, kendisiyle bağlantı kurabileceği tek bir nokta yok.

Aynı şekilde, Justin Timberlake “dahi playboy” Sean Parker rolünde hiçbir şey yapmayıp “Hoop, şimdi çok cool’um – hoop, bu sahnede de zekamı gördünüz – hop, şimdi de aynı anda cool ve zekiyim – ne kadar cool ve zeki olduğumu söylemiş miydim?!” diye bağırsa en azından ne bizi, ne de kendini yormuş olurdu.

Gelin görün ki, Jesse Eisenberg için “En İyi Erkek Oyuncu” adaylığının şu günlerde Oscar kulislerinde fısıldanmasını bir yana bıraktım, Justin Timberlake için “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” adaylığı dedikodusunu bile duydum! Yok artık!

Tercih bana ait olsaydı Andrew Garfield’e “En İyi Yardımcı Erkek” adaylığı bu filme yeter de artardı (Garfield’ın 2012’de gösterime girecek yeni Spider-Man’de Spider-Man olduğunu biliyor muydunuz?). Çok kasarsak Winklevoss ikizlerinin “kaybedenliğe” mahkum oluşunu etkileyici bir biçimde yansıtan ve oynadığı iki rolün altından da başarıyla kalkan Armie Hammer’a da bir adaylık verilebilir. Ama şu an için filmin tek oyunculuk adaylığı Eisenberg’e gidecekmiş gibi duruyor.

Yazının başında yaptığım Up In The Air karşılaştırmasına geri dönecek olursak… Eleştirmenler o film için de “Bir modern zaman destanı!” demekten çekinmemişti. Ama “modern zamanı” çok iyi anlatmanın bir filmin başarısı için yetersiz kaldığını sonradan fark etmişlerdi çok şükür (aday olduğu altı ödülden hiçbirini kazamadı).

The Social Network işleyiş bakımından daha iyi bir film… Fincher’ın en başta övüp durduğum filmografisinde sırıtmayan bir film. Sayıp döktüğüm onca eleştiriye rağmen yılın kalburüstü filmlerinden. Fakat umarım eleştirmenler Up In The Air’de yaşadıkları uyanışı bu film için de yaşarlar ve şu sıralar iddia edildiği gibi bütün ödülleri bu filme yığmazlar.

10 üzerinden 7