9 Kasım 2010 Salı

Sinema: The Social Network


David Fincher filmleri hiçbir zaman “blockbuster” diyebileceğimiz, büyük seyirci kitleleri hedefleyen filmler olmamıştır… David Fincher filmleri hiçbir zaman “tribünlere oynayan”, ödül peşinde koşan Oscar filmleri de olmamıştır.

Ama güzel yapılan iş her zaman hak ettiği ilgiyi görür sevgili okuyucular.

Stüdyo yetkililerinin ateşli itirazlarına kulak tıkayarak çektiği Seven ve Fight Club gibi filmler bir şekilde seyircisini buldu ve kült film statüsüne ulaştı. İki sene önce çektiği The Curious Case of Benjamin Button ise yönetmene hem maddi hem de eleştirel başarı getirdi; 333 milyon dolar hasılat elde eden “fantastik” yapım “En İyi Film” dahil 13 dalda Oscar’a aday oldu (o senenin diğer adayları arasında bana göre en zayıf kalan film olsa da).

Fincher, Benjamin Button’dan çok değil, iki sene sonra, muhtemelen kendisinin bile beklemediği kadar ilgi ve beğeni toplayan The Social Network ile geri döndü (bütün film eleştirmenlerinin verdiği notların ortalamasını hesaplayan Rotten Tomatoes sitesinde filmin görünen notu %97!).

Herkesin bildiği adıyla “Facebook filmi”, Facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg’in bu uğurda neleri göze aldığını anlatıyor. “Facebook’u kim kurdu, asıl fikir kime aitti” temalı bir dizi davayla yüz yüze kalan (ve sonucunda bütün “arkadaşlarıyla” papaz olan) Zuckerberg, bu davalar aracılığıyla geçmişini ve yaptığı hataları sorguluyor.

Efendim dayanamayıp ağzımdaki baklayı çıkaracağım. David Fincher için böyle uzun bir giriş güzellemesi yaptım ama, The Social Network gerçekten bütün eleştirmenlerin ölüp bittiği kadar muhteşem bir film değil.

Bütün eleştirmenlerin gözünü bu denli boyayan şeyin ne olduğunu ancak tahmin edebilirim. Bana öyle geliyor ki ikinci bir Up In The Air vakası yaşıyoruz. George Clooney’nin başrolünde oynadığı 2009 yapımı film, Clooney ile beraber iki yardımcı kadın oyuncusunu da Oscar adaylığına taşımış, kendisi de “En İyi Film” kategorisinin en iddialı adayı olarak görülmüştü.

Eleştirmenlerin Up In The Air’e bayılmasının sebebi, günümüzün hızla şekil değiştiren ekonomik ve teknolojik koşullarında, en az bu koşulların kendisi kadar hızlı değişen insan ilişkilerini cesur bir biçimde ele alması ve içinde bulunduğumuz jenerasyonun sürekli hissettiği “bir yere ait olamama” duygusunu çok iyi yansıtmasıydı: Kısacası “zamanın ruhu”nu çok iyi yakalamasıydı.

Bu saydığım şeylerin hepsi The Social Network için de söylenebilir. Fincher’ın filmi de, Jason Reitman’ın 2009 filmi gibi, konuya "büyük bir süratle değişen ve evrimleşen sosyal-dijital hayat tarzı" çerçevesinden bakarak modern insan ilişkilerini sorguluyor. Up In The Air’den farklı olarak, bu karışıma gençlik döneminde hepimizin içinde yanan “Büyük bir şeyler başarmalıyız, fark yaratmalıyız!” ateşini de ekliyor… Bu gençlik hedeflerini çoğumuzun başaramayacağını, başarsak bile büyük ihtimalle mutlu olamayacağımızı açıkça söylemekten de çekinmiyor.

Ve daha fazlasını da yapmıyor.

Aaron Sorkin’in pek beğenilen senaryosu kabul edelim (çok sıkıcı olabileceği halde) tıkır tıkır işliyor, ama gelin görün ki biraz fazla “tıkır tıkır” işliyor: Gerçek hayatta oldukça uzun bir süreçte gelişen olayları iki saatte anlatacağız derken senaryo yer yer komikleşiyor, yapmacık duruyor (“Hey Mark, sizin sınıftaki şu kız vardı ya, çıktığı kimse var mı onun?” “Benim böyle şeylere vakt – dur bi’ dakika! RELATIONSHIP STATUS!!!!!”).

Genç oyuncu Andrew Garfield’ın sağlam bir kompozisyon çizdiği Eduardo Saverin karakterini (Mark’ın en yakın arkadaşı = en büyük düşmanı) dışarıda tutarak, bütün karakterlerin aşırı karikatürize durduğunu da söylemek zorundayım. Tek bir donuk surat ifadesiyle bütün filmi idare edebileceğini düşünen Jesse Eisenberg, Mark Zuckerberg karakterini tek boyutlu bir “bilgisayar ineği”nden öteye geçirmekte zorlanıyor. Tamam, Zuckerberg bu filmde belli ki duygularını gizleyen, başarıya odaklanmış, soğuk bir “anti-kahraman” olarak portrelenmiş ama, Eisenberg’in yorumunda seyircinin gerçek hayatla, kendisiyle bağlantı kurabileceği tek bir nokta yok.

Aynı şekilde, Justin Timberlake “dahi playboy” Sean Parker rolünde hiçbir şey yapmayıp “Hoop, şimdi çok cool’um – hoop, bu sahnede de zekamı gördünüz – hop, şimdi de aynı anda cool ve zekiyim – ne kadar cool ve zeki olduğumu söylemiş miydim?!” diye bağırsa en azından ne bizi, ne de kendini yormuş olurdu.

Gelin görün ki, Jesse Eisenberg için “En İyi Erkek Oyuncu” adaylığının şu günlerde Oscar kulislerinde fısıldanmasını bir yana bıraktım, Justin Timberlake için “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” adaylığı dedikodusunu bile duydum! Yok artık!

Tercih bana ait olsaydı Andrew Garfield’e “En İyi Yardımcı Erkek” adaylığı bu filme yeter de artardı (Garfield’ın 2012’de gösterime girecek yeni Spider-Man’de Spider-Man olduğunu biliyor muydunuz?). Çok kasarsak Winklevoss ikizlerinin “kaybedenliğe” mahkum oluşunu etkileyici bir biçimde yansıtan ve oynadığı iki rolün altından da başarıyla kalkan Armie Hammer’a da bir adaylık verilebilir. Ama şu an için filmin tek oyunculuk adaylığı Eisenberg’e gidecekmiş gibi duruyor.

Yazının başında yaptığım Up In The Air karşılaştırmasına geri dönecek olursak… Eleştirmenler o film için de “Bir modern zaman destanı!” demekten çekinmemişti. Ama “modern zamanı” çok iyi anlatmanın bir filmin başarısı için yetersiz kaldığını sonradan fark etmişlerdi çok şükür (aday olduğu altı ödülden hiçbirini kazamadı).

The Social Network işleyiş bakımından daha iyi bir film… Fincher’ın en başta övüp durduğum filmografisinde sırıtmayan bir film. Sayıp döktüğüm onca eleştiriye rağmen yılın kalburüstü filmlerinden. Fakat umarım eleştirmenler Up In The Air’de yaşadıkları uyanışı bu film için de yaşarlar ve şu sıralar iddia edildiği gibi bütün ödülleri bu filme yığmazlar.

10 üzerinden 7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder