29 Kasım 2010 Pazartesi

Sinema: Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I


***Spoiler içerir.***

Duyduk duymadık demeyin! Kitaplar ve onlardan uyarlanmış filmler arasındaki ilişkiyi açıklıyorum: Böyle bir ilişki yoktur. Filmler, uyarlandıkları kitapların ruhunu yansıtmakla yükümlüdürler; olayların nasıl ve hangi sırada yaşandığı, nasıl anlatıldığı ve hatta anlatılmadığı gibi detaylar artık kitap yazarının değil, film yönetmeninin sorumluluğudur. Yönetmen materyali alır ve kendi vizyonuna göre, adı üstünde, “uyarlar”. The Lord of the Rings filmlerinin bu kadar başarılı olmasının sebebi bu filmlerin Tolkien filmleri değil, baştan sona kararlı bir biçimde “yönetmen Peter Jackson” filmleri olmasıdır.

Yıl olmuş 2010, serinin yedinci filmi yayınlanmış; ve fakat ortalıkta hala “kitapta şu vardı bu vardı, filmde nerdeler, ayrıca Narcissa Malfoy’un saçları niye kahverengi??? :(((( diye dolaşan HP hayranları var! “Yoo dostum yoo” diyorum hepsine!

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I ve yönetmeni David Yates, Peter Jackson’ın LotR serisinde yakaladığı parlak ışıltıyı yakalayamıyor belki; ama serinin hayranlarını tatmin etmenin ötesinde (ki ediyor), genel sinema seyircisinin bile gözünü boyamayı başarıyorlar.

Fakat tabii ki filmle sorunu olan izleyiciler de var. Bunlar iki kategorideler: 1) Harry Potter’ı bilmeyen ve sevmeyenler, 2) Harry Potter’ı çok fazla bilen ve çok fazla sevenler. Birinci kategoridekiler her yeni filmde bıkmadan usanmadan “olaylara açıklama yok, karakterizasyon yok!” diye ağlıyorlar ki, şu saatten sonra onlara diyecek bir sözümüz yok zaten (kitapları – ya da hiç olmadı eski filmleri – bilmeden, olay örgüsüne ve karakter gelişimine büyük resimden bakmaları mümkün değil).

Ama ikinci kategoridekiler beni deli ediyorlar!

Yazı bu noktadan sonra çılgın HP hayranlarının kapışmasına dönüşecek gibi, şimdiden uyarayım!

Efendim bu ikinci grup her filmden çıktıktan sonra (herhalde kitabı ellerine alıp) “şu yoktu, bu yoktu, bu sahne ise kitapta yoktu ve dolayısıyla saçmaydı!” listesi çıkarmaya bayılıyorlar. Film genel olarak nasıl bir duygu yansıtmış, derdini anlatabilmiş mi, Harry’nin iç ve dış dünyasını perdeye güzel uyarlayabilmiş mi bunlara bakmak yerine; kaynak kitabı akıllarından bir an olsun çıkarmıyorlar, “Şu sahneyi çok kısa geçiştirmişler, özellikle şu diyalog daha uzun tutulabilirdi, bunu koyup bunu koymamışlar mı, yuh!” derdine düşüyorlar.

Bir kere mesele HP hayranı olmaksa, ben HP hayranının daniskasıyım! Ama yok. Bu arkadaşlarımızın sorunu HP kitaplarını okuyup anlamak değil, yeterince film izlememiş olmak.

Şu noktada kendimi muhteşem bir film gurusu ilan etmiyorum ama, bir HP hayranından önce bir sinemasever olarak söyleyebilirim ki; bu film serinin en güzel filmi.

Filmin açılışından itibaren Harry ve arkadaşlarının içinde bulunduğu (ya da içine zorlandığı) çaresizlik ve paylaştıkları ağır sorumluluğun getirdiği toplum dışına itilmişlik, yalnızlık çok iyi işlenmiş. Üstelik rahat rahat işlenmiş. Filmi ikiye bölme kararının ne kadar doğru olduğu işte buradan belli: Önceki filmlerin aceleciliği ve sakarlığı bu filmde yok.

Bu dinginlik hissi, filmi olması gerektiğinden fazla etkilemiş denebilir… Filmin temposu yer yer aksıyor ve hikayenin yönü ve ritmi bir anlığına da olsa şaşıyor. Senarist Steve Kloves belli ki bunu fark etmiş ve her 10 dakikada bir aksiyon / gerilim sahnesi yerleştirmiş ama, bu açıdan Deathly Hallows: Part I aşırı matematikli bir film gibi görünüyor ve üstelik matematiği de çok sağlam değil. Ama zaten kitabın ilk yarısında Harry’nin kendisi de hiçbir şey bilmemenin getirdiği bir boşluğa düşüp amaçsızca ve şaşkınca oradan oraya savrulmuyor muydu? Filmin kurgusu bunu yansıtıyor diyebilir miyiz acaba?

Yanlış anlamayın, temposu aksak, kurgusu sakin dedim ama, büyücülük dünyasında artık bir ölüm kalım savaşı var ve Harry’nin aksiyon ve gerilimi her zamankinden daha epik (yedi Potter, Godric’s Hollow ve bence filmin en büyük sürprizi, üç ana oyuncunun aslında hiç görünmediği Sihir Bakanlığı sahnesi – hepsi birbirinden harika). Ayrıca kurgunun yavaşladığı o bölümlerde sırasıyla Harry, Ron ve Hermione’yi canlandıran Daniel Radcliffe, Rupert Grint ve Emma Watson arasındaki tek kelimeyle muhteşem etkileşime ve bu oyuncuların 10 yıl içinde inanılmaz ölçüde gelişen oyunculuklarına tanık oluyoruz. İlk kez bu filmde “Bunlar gerçekten de çok iyi arkadaşmış” diyoruz (hem oyuncular, hem de canlandırdıkları karakterler için).

Önceki filmlerden farklı olarak bütün hikâyenin Hogwarts’ın güvenli duvarlarının dışına taşınması, filme taptaze bir hava getirmiş. Half-Blood Prince’te karanlık bir atmosfer yaratmak için şatonun mistik ve gizemli mimarisinden yardım alan yönetmen David Yates, bu filmde inanılmaz güzel ve bir o kadar da hüzünlü dış mekân manzaraları yakalıyor.

Son olarak filmi izleyen herkesin konuştuğu iki sahneye gelmek istiyorum. Bunlardan ilki Ölüm Yadigarları animasyonu, ki ne kadar leziz olduğunu bir de benim söylememe gerek yok sanırım. Diğeri ise şu meşhur dans sahnesi! Harry’nin Hermione’yi neşelendirmek için dansa kaldırması kimileri tarafından pek “absürt” bulunmuş ama, bence bu sahne kitapta olması GEREKEN bir sahneydi: Bir noktada Harry için her şey o kadar kötü gidiyor ki (Hedwig ölüyor, Hortkuluk bulamıyorlar, bulsalar yok edemiyorlar, Ron onu terk ediyor, asası kırılıyor vs.), elinde kalan tek iyi şey Hermione’nin yoldaşlığı oluyor. Ve açıkçası kitaptaki Harry Hermione’ye yeterince minnet duymuyor, duyuyorsa da iyi ifade edemiyor ve bir parça gıcık görünüyor. Bu dans aslında Hermione’ye bir teşekkür, duygusal özürlü Harry’nin “Yanımda olduğun için sana minnettarım ve seni seviyorum arkadaşım” deme şekli. Harry’nin karakterine ve filmin kendisine eklenmiş +10 sempati puanı!

Sonuç olarak, tekrar edeyim: Prisoner of Azkaban ile beraber, serinin en güzel filmi. “Bir bütünün ilk yarısı” olduğu hissini üzerinden atamıyor ama bu haliyle de duygusal olarak kendi ayakları üzerinde durabiliyor. Ve biz HP hayranlarını ağız sulandıran epik bir finale çok iyi hazırlıyor.

10 üzerinden 8

9 Kasım 2010 Salı

Sinema: The Social Network


David Fincher filmleri hiçbir zaman “blockbuster” diyebileceğimiz, büyük seyirci kitleleri hedefleyen filmler olmamıştır… David Fincher filmleri hiçbir zaman “tribünlere oynayan”, ödül peşinde koşan Oscar filmleri de olmamıştır.

Ama güzel yapılan iş her zaman hak ettiği ilgiyi görür sevgili okuyucular.

Stüdyo yetkililerinin ateşli itirazlarına kulak tıkayarak çektiği Seven ve Fight Club gibi filmler bir şekilde seyircisini buldu ve kült film statüsüne ulaştı. İki sene önce çektiği The Curious Case of Benjamin Button ise yönetmene hem maddi hem de eleştirel başarı getirdi; 333 milyon dolar hasılat elde eden “fantastik” yapım “En İyi Film” dahil 13 dalda Oscar’a aday oldu (o senenin diğer adayları arasında bana göre en zayıf kalan film olsa da).

Fincher, Benjamin Button’dan çok değil, iki sene sonra, muhtemelen kendisinin bile beklemediği kadar ilgi ve beğeni toplayan The Social Network ile geri döndü (bütün film eleştirmenlerinin verdiği notların ortalamasını hesaplayan Rotten Tomatoes sitesinde filmin görünen notu %97!).

Herkesin bildiği adıyla “Facebook filmi”, Facebook’un yaratıcısı Mark Zuckerberg’in bu uğurda neleri göze aldığını anlatıyor. “Facebook’u kim kurdu, asıl fikir kime aitti” temalı bir dizi davayla yüz yüze kalan (ve sonucunda bütün “arkadaşlarıyla” papaz olan) Zuckerberg, bu davalar aracılığıyla geçmişini ve yaptığı hataları sorguluyor.

Efendim dayanamayıp ağzımdaki baklayı çıkaracağım. David Fincher için böyle uzun bir giriş güzellemesi yaptım ama, The Social Network gerçekten bütün eleştirmenlerin ölüp bittiği kadar muhteşem bir film değil.

Bütün eleştirmenlerin gözünü bu denli boyayan şeyin ne olduğunu ancak tahmin edebilirim. Bana öyle geliyor ki ikinci bir Up In The Air vakası yaşıyoruz. George Clooney’nin başrolünde oynadığı 2009 yapımı film, Clooney ile beraber iki yardımcı kadın oyuncusunu da Oscar adaylığına taşımış, kendisi de “En İyi Film” kategorisinin en iddialı adayı olarak görülmüştü.

Eleştirmenlerin Up In The Air’e bayılmasının sebebi, günümüzün hızla şekil değiştiren ekonomik ve teknolojik koşullarında, en az bu koşulların kendisi kadar hızlı değişen insan ilişkilerini cesur bir biçimde ele alması ve içinde bulunduğumuz jenerasyonun sürekli hissettiği “bir yere ait olamama” duygusunu çok iyi yansıtmasıydı: Kısacası “zamanın ruhu”nu çok iyi yakalamasıydı.

Bu saydığım şeylerin hepsi The Social Network için de söylenebilir. Fincher’ın filmi de, Jason Reitman’ın 2009 filmi gibi, konuya "büyük bir süratle değişen ve evrimleşen sosyal-dijital hayat tarzı" çerçevesinden bakarak modern insan ilişkilerini sorguluyor. Up In The Air’den farklı olarak, bu karışıma gençlik döneminde hepimizin içinde yanan “Büyük bir şeyler başarmalıyız, fark yaratmalıyız!” ateşini de ekliyor… Bu gençlik hedeflerini çoğumuzun başaramayacağını, başarsak bile büyük ihtimalle mutlu olamayacağımızı açıkça söylemekten de çekinmiyor.

Ve daha fazlasını da yapmıyor.

Aaron Sorkin’in pek beğenilen senaryosu kabul edelim (çok sıkıcı olabileceği halde) tıkır tıkır işliyor, ama gelin görün ki biraz fazla “tıkır tıkır” işliyor: Gerçek hayatta oldukça uzun bir süreçte gelişen olayları iki saatte anlatacağız derken senaryo yer yer komikleşiyor, yapmacık duruyor (“Hey Mark, sizin sınıftaki şu kız vardı ya, çıktığı kimse var mı onun?” “Benim böyle şeylere vakt – dur bi’ dakika! RELATIONSHIP STATUS!!!!!”).

Genç oyuncu Andrew Garfield’ın sağlam bir kompozisyon çizdiği Eduardo Saverin karakterini (Mark’ın en yakın arkadaşı = en büyük düşmanı) dışarıda tutarak, bütün karakterlerin aşırı karikatürize durduğunu da söylemek zorundayım. Tek bir donuk surat ifadesiyle bütün filmi idare edebileceğini düşünen Jesse Eisenberg, Mark Zuckerberg karakterini tek boyutlu bir “bilgisayar ineği”nden öteye geçirmekte zorlanıyor. Tamam, Zuckerberg bu filmde belli ki duygularını gizleyen, başarıya odaklanmış, soğuk bir “anti-kahraman” olarak portrelenmiş ama, Eisenberg’in yorumunda seyircinin gerçek hayatla, kendisiyle bağlantı kurabileceği tek bir nokta yok.

Aynı şekilde, Justin Timberlake “dahi playboy” Sean Parker rolünde hiçbir şey yapmayıp “Hoop, şimdi çok cool’um – hoop, bu sahnede de zekamı gördünüz – hop, şimdi de aynı anda cool ve zekiyim – ne kadar cool ve zeki olduğumu söylemiş miydim?!” diye bağırsa en azından ne bizi, ne de kendini yormuş olurdu.

Gelin görün ki, Jesse Eisenberg için “En İyi Erkek Oyuncu” adaylığının şu günlerde Oscar kulislerinde fısıldanmasını bir yana bıraktım, Justin Timberlake için “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” adaylığı dedikodusunu bile duydum! Yok artık!

Tercih bana ait olsaydı Andrew Garfield’e “En İyi Yardımcı Erkek” adaylığı bu filme yeter de artardı (Garfield’ın 2012’de gösterime girecek yeni Spider-Man’de Spider-Man olduğunu biliyor muydunuz?). Çok kasarsak Winklevoss ikizlerinin “kaybedenliğe” mahkum oluşunu etkileyici bir biçimde yansıtan ve oynadığı iki rolün altından da başarıyla kalkan Armie Hammer’a da bir adaylık verilebilir. Ama şu an için filmin tek oyunculuk adaylığı Eisenberg’e gidecekmiş gibi duruyor.

Yazının başında yaptığım Up In The Air karşılaştırmasına geri dönecek olursak… Eleştirmenler o film için de “Bir modern zaman destanı!” demekten çekinmemişti. Ama “modern zamanı” çok iyi anlatmanın bir filmin başarısı için yetersiz kaldığını sonradan fark etmişlerdi çok şükür (aday olduğu altı ödülden hiçbirini kazamadı).

The Social Network işleyiş bakımından daha iyi bir film… Fincher’ın en başta övüp durduğum filmografisinde sırıtmayan bir film. Sayıp döktüğüm onca eleştiriye rağmen yılın kalburüstü filmlerinden. Fakat umarım eleştirmenler Up In The Air’de yaşadıkları uyanışı bu film için de yaşarlar ve şu sıralar iddia edildiği gibi bütün ödülleri bu filme yığmazlar.

10 üzerinden 7

8 Kasım 2010 Pazartesi

Sinema: 2010 Oscar Ödülleri (1)


Koca bir yıl ne kadar hızlı gelip geçti, gerçekten inanamıyorum. Ama sezonun o vakti yine geldi çattı işte… 2010 Oscar Ödülleri!

Zaten ödül töreni izlemeye bayılan biri olarak, yılın en büyük ve en görkemli ödül töreni olan Oscar Ödülleri’ni yıllardır manyakça ve sapıkça bir tutkuyla takip ediyorum!

Fakat 2008 yılına kadar aday filmlerin sadece bir iki tanesini izlemiş olurdum… İtiraf edeyim, gece saat 2’de uyanıp hayatımda ilk kez gördüğüm çok şık ve çokbilmiş “süperstarların” birbirlerini pohpohlamasını seyretmek, bir parça sinir bozucu oluyordu.

2008’de bir karar aldım: Aday olan bütün, ama bütün filmleri izleyecektim!

Ve bunu başardım. “En İyi Film” adayı The Reader’dan, “En İyi Orijinal Senaryo” adayı In Bruges’e; seyretmediğim film kalmadı. Kendi kendime girdiğim bu iddia sayesinde, hem bütün filmleri ve adayları tanıdığım için ödül töreninin kendisi çok daha eğlenceli oldu; hem de senenin en iyi bütün filmlerini izleyerek sinema kültürümü geliştirmiş oldum.

Bunu gelenek haline getirdim… 2009’un bütün filmlerini de izledim… 2010’un bütün filmlerini de izleyeceğim.

Fakat bu sene öncekilerden farklı olarak yorumlarımı, tahminlerimi ve bu tecrübeyi sizlerle paylaşacağım. (Blogdaki ilk sinema eleştirim Toy Story 3’te Oscar konusuna hiç değinmemiştim ama bu vesileyle bildireyim: “En İyi Animasyon” ödülü ve “En İyi Film” adaylığı neredeyse garanti.)

Hepimize kolay gelsin!


2 Kasım 2010 Salı

Müzik: Ke$ha - "We R Who We R"



Efendim Ke$ha hanımkızımız 1 yıldan kısa sürede hepsi birbirinden eğlenceli, birbirinden akılda kalıcı 4 single yayınladı ("TiK ToK", "Blah Blah Blah", "Your Love Is My Drug" ve "Take It Off").

Hepsi de kendi ayakları üzerinde duran, çok sağlam şarkılar. Ve fakat Ke$ha'nın ısrarla vazgeçmediği ve bütün kariyerini üzerine kurduğu "Çok çılgınım, sürekli sarhoşum, ve ne düşündüğünüz umrumda değil!" tavrı, bu şarkıların hepsine damgasını vurmuş durumda. Bu illa kötü bir şey demiyorum ama yeni başlayan bir kariyeri tek bir imaj üzerine kurmak uzun vadede pek akıllıca değil.

İlk albümü "Animal"ın devamı niteliğini taşıyan "Cannibal" EP'si, ilk single "We R Who We R" ile duyuruldu.

"We R Who We R", sound olarak "TiK ToK"ın adeta ikizi; çok belli bir "Abi acayip tuttu bu şarkı, yapıversene bi tane daha!" çabası. Tutan formülün ve altyapının üzerine 78 tane şarkı yazmak benim en gıcık olduğum şey (öhhhöö öhöö*Lady GaGa*ööhhööö).

Bu açıdan benim gözümde puan kaybetse de, Ke$ha'nın kendi doğallığı ve "hiçbir şey umrumda değil!" tavrı olayı kurtarıyor. Üstelik bu sefer bahsettiği konu da "bu gece partiye akıyoruz, çılgınca kopuyoruz"dan ibaret değil. "Kendinle barışık ol, kim olduğundan utanma" gibi pozitif bir mesaj da veriyor Ke$ha.

Bu haliyle, "Bütün dışlanmışlar, birleşin! Aslında hepimiz eşitiz!" mesajını yaymak için kelimenin tam anlamıyla kıçını yırtan yapmacık GaGa'dan çok daha samimi duruyor. Çünkü GaGa'nın aksine Ke$ha, dışlanmışların savunuculuğunu yaparken kendini kasmıyor, "ben neysem oyum" diyor.

Özetle "We R Who We R" kesinlikle orijinal ve yaratıcı değil; Ke$ha'nın anlık ününe ün katacak ama kariyerini ileri götürmeyecek bir şarkı. Ama gelin görün ki dinleyiciyi daha ilk notasıyla kavrayan, son derece başarılı bir dans şarkısı. Anavatanında şu anda patlamış durumda zaten; bizim buralarda da önümüzdeki bir iki ay çok duyacağımıza eminim.

10 üzerinden 8

320 KBPS MP3 linki "Yorum" bölümünde.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Sinema: Toy Story 3


***Spoiler içerir.***

Sinemalarda gösterimdeyken dev ekranda 3 boyutlu olarak seyretmediyseniz zaten çok şey kaçırdınız… ama yeni çıkan DVD ve Blu-ray’i, size bu inanılmaz deneyimi yaşamanız için yeni bir şans sunuyor.

“İnanılmaz deneyim” derken bu kelimeleri bilinçli olarak kullandığımı bilmenizi isterim. Kulağa ilginç gelen ama normalde bir parça aklı olan insanın hayatta yapmayacağı şeyleri anlatırken “inanılmaz deneyim!” der bizim medyamız (“Yerden 55 metre yüksekte, bir vincin ucunda sallanan bir masada yemek yemek istemez misiniz? Konuklar bu inanılmaz deneyim için tam 7900 Euro ödüyorlar!”).

Fakat Toy Story 3 gerçekten “inanılmaz bir deneyim”.

Bir kere, her şeyi bir yana bırakalım, bir “üçüncü film” olarak değerlendirelim Toy Story 3’ü. Markalaşmış, herkesin bildiği film serilerinin genellikle herkesin beğendiği bir ilk filmi olur… İkinci film, ilkinden “Daha büyük! Daha karanlık!”tır muhakkak; ama ilk filmden daha iyi olduğunu söylemek çoğu zaman kolay değildir… Üçüncü film ise tamamen bitirir olayı, insanlara ilk filmi neden sevdiklerini sorgulatır (Hemencecik akla gelen örnekler, The Matrix, Spider-Man, Shrek).

Toy Story 3, “aha bir tane daha yapıverdik, çok da güzel oldu bence!” mantığıyla yapılmamış bir film olduğunu her anında hissettiriyor. Anlatılan hikaye (Andy’nin büyümesi ve artık oyuncaklardan vazgeçmesi), gelişimi son derece doğal olan ve “Sırf uzasın diye yapmışlar” dedirtmeyen bir hikaye.

Hepimiz büyüyüp “daha önemli” (eşittir “hayal gücü gerektirmeyen”) meseleler yüzünden o çok sevdiğimiz oyuncaklarımızı bir köşede çürümeye terk etmedik mi? Film, en üst yüzeyde bunu anlatıyor ve bunu çok iyi yapıyor, fakat seyirciyi kalbinden yakalayan nokta “Artık kimse oyuncaklarla oynamıyor, yazııık!” değil. Hikaye ve karakterlerin bir sürü katmanı var… Hayır, anlatım tekniğindeki katmanlar gibi değil; daha gerçek, daha samimi, duygusal katmanlar (sana laf çarptım, tekniği çok güçlü ama seyirciye bir şey hissettirmeyen duygusuz Inception).

Çocukluğun ve masumiyetin kaybı, ve bunun getirdiği tatlı hüzün… Filmin o herkesi ağlatan veda sahnesinde Andy ve oyuncaklarının yüzünde bu hüzün o kadar net okunuyor ki.

Çok sevdiğimiz ve sımsıkı bağlı olduğumuz ailemiz ve sevdiklerimizle “o gün” geldiğinde mutlaka ama mutlaka ayrılmak zorunda kalacağımız gerçeği… O son sahnede Woody ve arkadaşlarının daima gülümseyen oyuncak suratlarında bu kabullenişi görmek… En duygusuz elemanın bile boğazına bir yumruk oturtmazsa gelsin beni bulsun!

Tabii o sahneden önce gelen, çöp öğütücüsündeki sessiz vedalaşma sahnesinde zaten hıçkırıklara boğulmadıysa!

Yanlış anlaşılmasın, “ne kadar gözyaşı ve dram, o kadar iyi!” diye düşünen bir psikopat değilim. (Öyle olsaydım, yayınlanan tüm yerli dizilere bayılıyor olurdum herhalde! Öyle Bir Geçer Zaman ki orgazm dizim olurdu falan!) Toy Story 3 bunu son derece organik, hiçbir zorlamaya kaçmadan, “hıçkırık festivali”ne dönüşmeden, çok kaliteli bir aksiyon ve komediyle birleştirerek yapıyor.

Ve bu haliyle yılın bütün “live-action” filmlerinden daha insani, daha inandırıcı oluyor.

Henüz her şeyi izleyemedim ama şimdilik kesinlikle 2010’un en iyi filmi.

10 üzerinden 10