John Hawkes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
John Hawkes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2013 Pazar

Oscar 2013: Kaybedenler

Keira Knightley


Keira Knigtley 2005 yılında Pride & Prejudice ile En İyi Kadın Oyuncu adayı olduğu günden beri, kariyerinin Karayip Korsanları evresini hemencecik tamamlayıp “Oscar® Ödüllü Oyuncu” evresine geçmek için adeta can atıyordu.

Zavallı Keira, bir kerecik daha aday olsun diye az mı uğraştı? Pride & Prejudice ile yakaladığı çizgiyi devam ettirmek adına yönetmen Joe Wright ile bir başka İngiliz dönem edebiyatı uyarlamasını zorladı (Atonement), David Cronenberg’e yamanıp “akıl hastalığı + cesur seks sahneleri” kombosunu denedi (A Dangerous Method), sonra Joe Wright’a geri dönüp bu kez tamamen kendi etrafında dönen klasik bir edebiyat uyarlaması çektirdi (Anna Karenina), ama olmadı, olmadı, olmadı!

Knightley’in adı bu filmlerin hepsiyle her sene Oscar söylentilerine karışsa da, bir türlü yetmedi, gerçek bir adaylık asla gelmedi. Bazıları oyuncunun “çok fazla zorladığını” ve bu durumun Akademi üyelerine itici geldiğini söylüyor. Bazıları oynadığı her filmde kendinden rol çalan devasa çenesini ve abartılı çene mimiklerini suçluyor! Hangisi bilemiyoruz ama Keira Knigtley kaybetmeye devam ediyor…

John Hawkes


53 yaşındaki John Hawkes, yaklaşık 20 yıldır birçok film ve dizinin yan rollerinde görülse de, belli bir yaşı deviren her aktör gibi, yavaş yavaş kariyerinin “emektar karakter oyuncusu” evresine doğru ilerliyordu. Derken Hollywood melekleri Hawkes’ın yüzüne güldü. 2010 yılında Winter’s Bone ile sürpriz bir En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylığı geldi. Hawkes birdenbire “yükselen yıldız” etiketine kavuşmuştu.

Artık Steven Soderbergh (Contagion) ve Steven Spielberg (Lincoln) gibi ünlü yönetmenlerden teklifler alan Hawkes, ticari başarı yetmezmiş gibi, düşük bütçeli bağımsız film The Sessions’taki rolüyle 2012’de bir kez daha ödül radarına girdi. Bütün vücudu felçli bir yazarı canlandırdığı film çok iyi karşılandı, “John Hawkes bu kez Oscar’ı alacak” muhabbetleri yapıldı ve zavallı Hawkes için bir beklenti yaratıldı.

10 Ocak’ta adaylar açıklandığında, (Bradley Cooper’ı içeren!) 5 kişilik En İyi Erkek Oyuncu adayları listesinde Hawkes’ın adı geçmiyordu…

Başka birçok ödül ve adaylık kazansa da, Hawkes’ın The Sessions’taki performansı “arada kaynamış” gibi oldu. Bu kez “kaybetmiş” olsa da, umarız bu emektar oyuncu bütün yeteneklerini gösterebileceği rol teklifleri almaya devam eder.

Amy Adams


Hevesli ve hırslı bir oyuncunun hiç aday gösterilmemesinden daha kötü olabilecek tek şey, dört kere aday olup hiç ödül alamamak olurdu herhalde.

Junebug, Doubt, The Fighter ve The Master ile dört kez aday olan Amy Adams, bu seneki Anne Hathaway “vakasını” göz önünde bulundurursak, potansiyel bir galibiyet için BEŞİNCİ adaylığı kovalamak zorunda kalacak.

Akla ister istemez Oscar alabilmek için bir tarafını yırtan ve büyük ödülüne çok şükür altıncı adaylığında kavuşan Kate Winslet gelse de, en çok aday olup hiç ödül alamama rekoru, 8 adaylık ve sıfır galibiyet ile efsanevi oyuncu Peter O’Toole’a ait. Geçtiğimiz yıl emekliliğini açıklayan O’Toole, neyse ki 2003 yılında verilen bir yaşam boyu başarı ödülü ile onurlandırılmıştı. Adams’ın o kadar beklemek zorunda kalmamasını diliyoruz!

Leonardo DiCaprio


Martin Scorsese, Steven Spielberg, Christopher Nolan, James Cameron, Sam Mendes, Clint Eastwood, Danny Boyle ve Quentin Tarantino… Modern sinemanın en ünlü yönetmenleri. Kulağa inanılmaz geliyor ama, 38 yaşındaki Leonardo DiCaprio bu yönetmenlerin hepsiyle çalıştı, hepsinin en az bir filminde başrol oynadı (Django’daki yardımcı rolü hariç).

Böylesine etkileyici bir filmografiye sahip bir “süper star” aktörün, Oscar beklentisi içine girmesi şaşırtıcı değil. Nitekim DiCaprio bu hedefe What’s Eating Gilbert Grape, The Aviator ve Blood Diamond ile üç kez yaklaştı da.

Ama kendisinin dramı şurada: Ünlü oyuncunun en unutulmaz performansları aday olup kazanamadığı filmlerde değil, hiç aday olamadığı filmlerde! Titanic, The Departed, Revolutionary Road, Shutter Island ve Inception’daki Leonardo DiCaprio’nun aday olamaması reva mıdır?

Son beş yıldır kulaktan kulağa fısıldanan “Akademi DiCaprio’yu sevmiyor” söylentileri, bu seneki Django Unchained adaylıklarıyla iyice yüksek sesle söylenir oldu. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında sadece Christoph Waltz’ın aday gösterilmesi, özellikle Waltz’un Django’da yardımcı rol falan değil, düpedüz başrol oynadığı düşünüldüğünde, gerçekten DiCaprio’ya bir tür haksızlık yapıldığı izlenimini uyandırıyor. Kendisi gelecekte bu laneti kırabilecek mi, merakla izliyor olacağız.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Sinema: The Sessions


NOT: Bir süredir istediğim sıklıkta yazamıyordum, ama artık Oscar sezonu geldiğine göre beni susturabilene aşk olsun… Ayrıca bu seneye mahsus ufak bir mekân değişikliği yaşadım. Türkiye’de henüz izleyemediğimiz filmleri sizler için erkenden yorumluyor olacağım.


Sadece ödül almak için çekilmiş hissi veren, belli formüllere dayalı filmlerden oldum olası tiksinmişimdir. Buna rağmen, son 4 yıldır, her sene oturup Oscar şansı olan bütün filmleri izleme gibi bir çabaya giriyorum. Cinslik işte. Sözde entel olacağım ya.

Doğal olarak, bütün bu filmlerin arasında hiç sevmediğim, hatta düpedüz nefret ettiğim çok film oldu. Sıklıkla isyan ettim. “Klişe Oscar senaryoları” havuzunun yosunlu ve yeşermiş köşelerine klor dökülsün ve temizlensin istedim! Gerçek bir dram yaşadım denebilir yani!

(Bu can sıkıcı senaryo kalıplarının bazılarını, şuradaki yazıda sıralamıştım.)

Fakat son derece kalıplı senaryolardan çok güzel filmler çıkaranlar da gördüm. Klişe senaryoyu melodrama kaçırmayan, güçlü karakterlerle destekleyen… Böyle filmleri sevmedim desem yalan olur. Zaten böyle filmler de olmasa her sene aynı şeyi yapamazdım.

İşte The Sessions da öyle bir film.

Filmin konusunu kâğıt üzerinde şu şekilde özetleyebilirim: Çocuk yaşta geçirdiği hastalık sonucu boyundan aşağısı felç kalan Mark O’Brien’ın gerçek hikâyesinden uyarlanan film, 2010 Oscar adayı John Hawkes tarafından canlandırılan karakterin aşk ve cinselliği – alışılmadık yöntemler kullanarak – keşfetme çabalarını anlatıyor.

Gördüğünüz gibi, sadece tek bir cümlede,
1) Gerçek hikâyeden uyarlama,
2) Engelli karakter,
3) Cinselliği keşfetme, eşittir “cesur” sahneler,
4) Oscar’a aday olmuş ama henüz alamamış sevilen oyuncu
kombosunu kurmayı başardık! Bu film yürür beyler! Kaldı ki Mark O’Brien’ı tedavi eden seks terapisti Helen Hunt’tan henüz bahsetmedim bile; kendisi 5) “Çok önceden Oscar almış fakat ortadan kaybolmuş sevilen aktrisin başarılı geri dönüş hikâyesi” kategorisini başarıyla dolduruyor!

The Sessions’ın sırrı, bu etiketleri yalnızca birer hikâye anlatım aracı olarak kullanması. Kendini ciddiye almadan, hatta sık sık güldürerek. Seyircinin zekâsına hakaret etmeden, samimi bir biçimde…

Mark O’Brien’ın çıktığı yolculuk, kendine ve içinde bulunduğu koşullara mahsus değil; evrensel bir yolculuk. Yetişkin bir insan sosyal yaşantısında tamamen cinsel dürtüleri doğrultusunda hareket eder, der Freud, Mark da yolculuğuna tam olarak bu noktadan başlar; ama “özel durumu” gereği, Mark ile fiziksel yakınlık kurmak isteyen birinin önce duygusal yakınlık kurması gerekir. Bu “özel durumun” Mark’ın orantısız ve hareketsiz vücudu olduğunu düşünmek yanlıştır. Özel durum, aslında Mark’ın 30 yıldır içselleştirdiği ruh halidir: Mark, içinde bulunduğu durumu sorgulamadan kabul etmiştir, isyan etmeden ve anlayışla; ama artık aynı anlayışı başka birinden görmek ister, kabul edilmeyi arzular. Onun için cinsel dürtülerini tatmin etmek, kendi varoluşunu doğrulamanın bir anahtarıdır. Aslında hepimiz için öyle değil midir?

The Sessions bu düşünceleri altını çizmeden, usulca aktarıyor. John Hawkes ve Helen Hunt olabildiğince ufak oynuyorlar. İkisi için de En İyi Oyuncu adaylığı beklenebilir.

10 üzerinden 7,5