27 Ekim 2012 Cumartesi

Sinema: The Sessions


NOT: Bir süredir istediğim sıklıkta yazamıyordum, ama artık Oscar sezonu geldiğine göre beni susturabilene aşk olsun… Ayrıca bu seneye mahsus ufak bir mekân değişikliği yaşadım. Türkiye’de henüz izleyemediğimiz filmleri sizler için erkenden yorumluyor olacağım.


Sadece ödül almak için çekilmiş hissi veren, belli formüllere dayalı filmlerden oldum olası tiksinmişimdir. Buna rağmen, son 4 yıldır, her sene oturup Oscar şansı olan bütün filmleri izleme gibi bir çabaya giriyorum. Cinslik işte. Sözde entel olacağım ya.

Doğal olarak, bütün bu filmlerin arasında hiç sevmediğim, hatta düpedüz nefret ettiğim çok film oldu. Sıklıkla isyan ettim. “Klişe Oscar senaryoları” havuzunun yosunlu ve yeşermiş köşelerine klor dökülsün ve temizlensin istedim! Gerçek bir dram yaşadım denebilir yani!

(Bu can sıkıcı senaryo kalıplarının bazılarını, şuradaki yazıda sıralamıştım.)

Fakat son derece kalıplı senaryolardan çok güzel filmler çıkaranlar da gördüm. Klişe senaryoyu melodrama kaçırmayan, güçlü karakterlerle destekleyen… Böyle filmleri sevmedim desem yalan olur. Zaten böyle filmler de olmasa her sene aynı şeyi yapamazdım.

İşte The Sessions da öyle bir film.

Filmin konusunu kâğıt üzerinde şu şekilde özetleyebilirim: Çocuk yaşta geçirdiği hastalık sonucu boyundan aşağısı felç kalan Mark O’Brien’ın gerçek hikâyesinden uyarlanan film, 2010 Oscar adayı John Hawkes tarafından canlandırılan karakterin aşk ve cinselliği – alışılmadık yöntemler kullanarak – keşfetme çabalarını anlatıyor.

Gördüğünüz gibi, sadece tek bir cümlede,
1) Gerçek hikâyeden uyarlama,
2) Engelli karakter,
3) Cinselliği keşfetme, eşittir “cesur” sahneler,
4) Oscar’a aday olmuş ama henüz alamamış sevilen oyuncu
kombosunu kurmayı başardık! Bu film yürür beyler! Kaldı ki Mark O’Brien’ı tedavi eden seks terapisti Helen Hunt’tan henüz bahsetmedim bile; kendisi 5) “Çok önceden Oscar almış fakat ortadan kaybolmuş sevilen aktrisin başarılı geri dönüş hikâyesi” kategorisini başarıyla dolduruyor!

The Sessions’ın sırrı, bu etiketleri yalnızca birer hikâye anlatım aracı olarak kullanması. Kendini ciddiye almadan, hatta sık sık güldürerek. Seyircinin zekâsına hakaret etmeden, samimi bir biçimde…

Mark O’Brien’ın çıktığı yolculuk, kendine ve içinde bulunduğu koşullara mahsus değil; evrensel bir yolculuk. Yetişkin bir insan sosyal yaşantısında tamamen cinsel dürtüleri doğrultusunda hareket eder, der Freud, Mark da yolculuğuna tam olarak bu noktadan başlar; ama “özel durumu” gereği, Mark ile fiziksel yakınlık kurmak isteyen birinin önce duygusal yakınlık kurması gerekir. Bu “özel durumun” Mark’ın orantısız ve hareketsiz vücudu olduğunu düşünmek yanlıştır. Özel durum, aslında Mark’ın 30 yıldır içselleştirdiği ruh halidir: Mark, içinde bulunduğu durumu sorgulamadan kabul etmiştir, isyan etmeden ve anlayışla; ama artık aynı anlayışı başka birinden görmek ister, kabul edilmeyi arzular. Onun için cinsel dürtülerini tatmin etmek, kendi varoluşunu doğrulamanın bir anahtarıdır. Aslında hepimiz için öyle değil midir?

The Sessions bu düşünceleri altını çizmeden, usulca aktarıyor. John Hawkes ve Helen Hunt olabildiğince ufak oynuyorlar. İkisi için de En İyi Oyuncu adaylığı beklenebilir.

10 üzerinden 7,5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder