Türkçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2014 Pazar

Filmekimi 2014: Mommy


İnternette sinema üzerine yazılar yazarak sesini duyurmaya çalışan 78 bilyon kişiden biri olarak, zaman zaman karşılaştığım bir sorun var: Herkesin pek bayıldığı, çeşitli ortamlarda coşkuyla reklamını yaptığı bir filmi eleştirirsem okuyucu kaybeder miyim?!

2014 yapımı Kanada filmi Mommy, henüz yalnızca Filmekimi’nde görüldüğü için, Türk sinema izleyicisi çevresinde bir Amélie, bir The Shawshank Redemption dokunulmazlığına erişmemiştir diye tahmin ediyorum (hele bir torrent’e düşsün ondan sonra görün!).

Ama şimdiden, hatta bilet kuyruğunda arkamda bekleyen iki hanımefendinin “Bu filmi görmeyi çok istiyordum, hem biliyosun Jüri Ödülü aldı, hem de çok sevecekmişim gibi geliyor!” şeklinde gelişen sohbetlerine kulak misafiri olduğumdan beri, ilginç bir lobinin oluştuğuna şahit oluyorum. “Sinemanın dahi çocuğu!”, “Bitince koltuğumdan kalkamadım,” gibi yorumlar gırla gidiyor.

Bir taraftan, bu filmin niye bu denli abartılı duygusal bir şekilde sahiplenildiğini anlayabiliyorum. Dul bir annenin, sorunlu ergen oğluyla olan sorunlu ilişkisini, sorunlu komşusunun yardımıyla hayatını yoluna sokma çabasını anlatan film, “aile bağları”, “fakirlik”, “intihar” gibi son derece bildik temaları, son derece tanıdık ritimlerle işliyor. Ortaya seyircinin kolaylıkla kendinden bir şeyler bulabildiği, hassas duygu noktalarımıza açgözlülükle tecavüz eden bir film çıkıyor.

Diğer taraftan, “Bu iyi bir şey mi?” diye sormadan edemiyorum. Çünkü filmin bu amacını fark ettiğiniz anda, bu amaca ulaşmak adına kullanılan teknikler dayanılmaz hale geliyor.

Hikâye ve karakterlerin son derece tahmin edilebilir olmasını bir yana bırakalım. Yönetmenin “hikâyeyi ilerletmek için” sıklıkla kullandığı, popüler şarkılarla bezenmiş (ilham verici!) kaydırma planları… Hangi duygusal efekti yaratmak için kullanılacağını daha Nişantaşı’ndaki sinema salonuna ulaşmadan, Osmanbey’de metrodan çıkarken anladığımız 1:1 çerçeve oranı oyunu… Ciddiye alınmak istenen bütün hipster filmlerin tembelce bağrına bastığı “dram” öğeleri…

Hepsi bir noktada o kadar fazla geliyor ki,  “dahi çocuk” yönetmenin arada bir kameraya gözüküp “ÖDİPUS!!!!” diye bağırmadığına şükretmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.

10 üzerinden 4

13 Ekim 2014 Pazartesi

Filmekimi 2014: Whiplash


[Okurken dinlemeniz için müzik önerisi.]

Bu yılın başından beri çeşitli festivallerde adını son derece yüksek övgülerle duyuran Whiplash, Filmekimi kapsamında Türk seyircilere de nasip oldu.

Whiplash, Miles Teller ve usta karakter oyuncusu J. K. Simmons’ın canlandırdığı iki caz müzisyeni arasındaki gergin dinamiği hikâye ediyor. Genç Andrew’un (Teller) en büyük hayali, dünyanın en iyi caz bateristlerinden biri olmaktır. Disiplinli ve sözünü sakınmayan konservatuar öğretmeni Terence Fletcher’ın (Simmons) gözüne girmeyi çok isteyen Andrew, bu yolda her şeyi göze alacaktır.

“Caz müziğin Black Swan’ı” olarak nitelendirebileceğim film, bana göre “kendini sanatına adayan sosyopat artist” klişesini Black Swan’dan çok daha iyi satıyor. O filmdeki eğreti gerilim öğelerini hiç mi hiç sevememiş bir izleyici olarak, Whiplash’ın “en iyisi olmak isteyen ruh hastası sanatçı” yaklaşımını daha temeli sağlam, daha gerçekçi buldum.

Fakat karakterlerdeki gerçeklik duygusu, onları daha iyi anlamama – veya sevmeme –  yardımcı olmadı. Başroldeki Miles Teller’ın, her filminde aynı “kendine fazla güvenen, ukala, sinir bozucu Amerikan genci” rolünü oynadığını düşünürdüm ve çok itici bulurdum (bkz. The Spectacular Now). Burada aynı tarzda değil ama, yeni bir iticilik seviyesi yakalamış sanki: The Social Network / Jesse Eisenberg stili, “çok zekiyim ama siz anlamıyorsunuz” gergini, iletişim fakiri, sinir bozucu Amerikan genci!

Fakat oynadıkları antipatik karakterleri bir yana bırakırsak, iki oyuncunun da rollerinin gerektirdiği fiziksel ve duygusal kapasiteyi hakkını vererek doldurduklarını söylememiz lazım. Miles Teller’ın adeta kendinden geçerek oynadığı prova ve konser sahnelerindeki harika müzik ve kulak dolduran ses miksajı için, iyi bir sinemada görülmesini tavsiye ediyorum.

10 üzerinden 7

21 Mart 2014 Cuma

2013: EN İYİ 10 FİLM (Bölüm 2)

Dünden devam... 10-6 numara burada.




5. Tim’s Vermeer

Bu leziz belgesel pek izleyici bulamadı sanırım. Hollandalı ünlü on yedinci yüzyıl ressamı Johannes Vermeer’in (“İnci Küpeli Kız”) foto-realistik denebilecek gerçeklikteki eserlerini bir çeşit optik hile yardımıyla tamamladığını iddia eden Tim Jenison’ı takip ediyoruz. Jenison, bu iddiasını kanıtlamak için Vermeer’in “Müzik Dersi” adlı eserini aynı optik hileyle yeniden yaratıyor. Resim ve sanat tarihine ilgi duyanlar için mükemmel bir dedektiflik serüveni diyebiliriz.


4. Blue Jasmine

Şimdiye kadar izlediğim Woody Allen filmleri arasında “çok çok beğendiğim” veya “tamamen nefret ettiğim” hiçbir film olmadı. “Woody Allen aaabi, tam New York kafası,” fetişim yoktur yani. Blue Jasmine farklı. Cate Blanchett’in yavaş yavaş çözülen “kaybeden kadın” portresi bu sene izlediklerim içinde apayrı bir yerde, uzay kategorisinde. Yazısı burada.


3. The World's End

Evet, bu yıl en beğendiğim üçüncü film bir “komedi / aksiyon filmi”. Listeyi tamamen önyargısız oluşturduğumu söylemiştim. Hiç kompleks yapmaya gerek yok. “Komedi / aksiyon” etiketinin çok üstüne çıkan cin fikirli olay örgüsü ve özünde “büyümeyi” anlatan hikâyesiyle (zayıf noktamdır) yılın en keyifli seyirliğiydi The World’s End.


2. The Wind Rises

Alıştırdığından daha “yetişkin ve ciddi” bir konuyu, buna uygun bir üslupla anlatan Miyazaki, sevenlerini ikiye böldü sanırım – beraber izlediğim anime sever arkadaşım “fazla gerçekçi olmuş, normal dram gibiydi!” diye çemkirdi mesela; ama ben beklentimin çok çok üstünde memnun kaldım. “Normal dram gibi” bir hikâyenin, rüya gibi renkler ve görsellerle adeta coşturulması müthiş bir sinema başarısı değil midir?


1. Before Midnight

18 yıllık bir geçmişe sahip karakterlerin hikâyesini devam ettirmek bir yazar için büyük bir nimet olsa gerek. Yönetmen Richard Linklater ve oyuncular Ethan Hawke ve Julie Delpy, karakterlerin özüne sadık kalarak kusursuz bir üçleme finali yazmışlar (final olduğunu bilmiyoruz aslında ama bana göre öyle olmalı). Kağıt üzerinde “romantik bir fantezi” gibi görünse de, bana göre sevgiyi ve hayatı anlatan en gerçekçi film (serisi) budur. Bir benzeri daha gelir mi bilinmez, diyecektim ki, yönetmen Linklater’ın bu seneki filmi Boyhood “hepsi ve daha fazlası” olarak başımı döndürdü.


Adını anmaya değer bulduklarım:

Rush
Gravity
Saving Mr. Banks
The Place Beyond the Pines
Le Passé
All Is Lost
The Square

20 Mart 2014 Perşembe

2013: EN İYİ 10 FİLM (Bölüm 1)


2013 yılının en beğendiğim 10 filmini belirledim. Bu belirlemeyi Mart’ın sonlarına doğru yapmış olmam, ne kadar ince eleyip sık dokuduğuma dair bir kanıt olsun!

Elbette izlemediğim, veya izleyemediğim filmler var. Ama yine de, izleyebildiğim filmlerin oldukça geniş ve çeşitli bir seçki olduğunu düşünüyorum. Upstream Color’dan The Lone Ranger’a, Cutie and the Boxer’dan Ender’s Game’e, her türlü önyargımla savaştım.

İtiraf etmeliyim ki önyargılarım çoğunlukla haklıydı! Ama önyargıların esiri olsaydım, belki de aşağıda sıraladığım 10 harika filmi hiç seyredemeyecektim…



10. Stories We Tell

Bu listelerde 10 numara hep kıymetli gelir bana; 10 numara “bunu eklesem şu dışarda kalacak” yeridir çünkü. En sonda sıralayacağım filmler yerine bu filmi 10 numaraya eklememin en büyük sebebi, “az kişinin duyduğu bir belgesel ekleyeyim de karizma olsun,” değil de, bu filmi daha çok insana duyurmaasdşasdşasdş

Yok yahu, bayağı entel karizması olsun diye ekledim! Ama inanın temelsiz bir seçim değil. Genç bir kadının ailesiyle ilgili bir sırrın peşine düşmesini anlatan Stories We Tell’in başarısı, aslında “bundan bize ne?” dedirtecek bir hikâyeyi, ilgi çekici ve evrensel bir dille anlatmasında yatıyor. 109 dakikalık belgeselin sonunda ulaştığınız nokta, başından tahmin ettiğiniz nokta değil. Listeye eklediğime pişman değilim.


9. The Wolf of Wall Street

“Leonardo DiCaprio Oscar’ı çok hak etmişti ama :((” trenine hiç binmesem de, aklımdan çıkmayacak 2013 filmlerinden biri oldu bu film. Yazısı burada.


8. In a World…

Dublaj sanatı her zaman acayip ilgimi çekmiştir. İkisi de dublaj sanatçısı baba / kızın ilginç dinamiklerle örülü rekabetini anlatan In a World…, sırf bu sebepten beni kağıt üzerinde kazanmış olabilir. Bana göre yılın en rahat izlenen, en ilginç komedi filmi; aynı zamanda da yılın en açık biçimde feminist mesajlar taşıyan filmi. Senaryodaki mesajların da ötesinde, filmi yazan, yöneten ve oynayan kişinin genç bir kadın olması da (Lake Bell), feminizm adına büyük bir zafer olsa gerek.


7. Short Term 12

Amerikan bağımsız sinemasına ne kadar ürkerek yaklaşsam da (özenti öğrenci filmlerini anımsatan ve yapmacık sevimlilikler içeren örneklerinden bahsediyorum), bu filmi iyi ki izlemişim. Genç bir yönetmenin, klişelerle çabucak çirkinleşebilecek bir konuyu (açmayın sorunlu ergenler) kendinden bu kadar emin ve tutarlı bir şekilde aktarması takdire değer. Hiç tanımadığım isimlerden oluşan oyuncu kadrosu da senenin en iyilerinden.


6. 12 Years a Slave

“Zaten Oscar’ı aldı, benim listeme de girerse iyice götü kalkmasın,” diyerek buraya eklemeyecektim ama, hadi yine büyüklük bende kalsın! Yazısı burada.


 YARIN: En beğendiğim 5 film...