24 Şubat 2013 Pazar

Oscar 2013: Kaybedenler

Keira Knightley


Keira Knigtley 2005 yılında Pride & Prejudice ile En İyi Kadın Oyuncu adayı olduğu günden beri, kariyerinin Karayip Korsanları evresini hemencecik tamamlayıp “Oscar® Ödüllü Oyuncu” evresine geçmek için adeta can atıyordu.

Zavallı Keira, bir kerecik daha aday olsun diye az mı uğraştı? Pride & Prejudice ile yakaladığı çizgiyi devam ettirmek adına yönetmen Joe Wright ile bir başka İngiliz dönem edebiyatı uyarlamasını zorladı (Atonement), David Cronenberg’e yamanıp “akıl hastalığı + cesur seks sahneleri” kombosunu denedi (A Dangerous Method), sonra Joe Wright’a geri dönüp bu kez tamamen kendi etrafında dönen klasik bir edebiyat uyarlaması çektirdi (Anna Karenina), ama olmadı, olmadı, olmadı!

Knightley’in adı bu filmlerin hepsiyle her sene Oscar söylentilerine karışsa da, bir türlü yetmedi, gerçek bir adaylık asla gelmedi. Bazıları oyuncunun “çok fazla zorladığını” ve bu durumun Akademi üyelerine itici geldiğini söylüyor. Bazıları oynadığı her filmde kendinden rol çalan devasa çenesini ve abartılı çene mimiklerini suçluyor! Hangisi bilemiyoruz ama Keira Knigtley kaybetmeye devam ediyor…

John Hawkes


53 yaşındaki John Hawkes, yaklaşık 20 yıldır birçok film ve dizinin yan rollerinde görülse de, belli bir yaşı deviren her aktör gibi, yavaş yavaş kariyerinin “emektar karakter oyuncusu” evresine doğru ilerliyordu. Derken Hollywood melekleri Hawkes’ın yüzüne güldü. 2010 yılında Winter’s Bone ile sürpriz bir En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylığı geldi. Hawkes birdenbire “yükselen yıldız” etiketine kavuşmuştu.

Artık Steven Soderbergh (Contagion) ve Steven Spielberg (Lincoln) gibi ünlü yönetmenlerden teklifler alan Hawkes, ticari başarı yetmezmiş gibi, düşük bütçeli bağımsız film The Sessions’taki rolüyle 2012’de bir kez daha ödül radarına girdi. Bütün vücudu felçli bir yazarı canlandırdığı film çok iyi karşılandı, “John Hawkes bu kez Oscar’ı alacak” muhabbetleri yapıldı ve zavallı Hawkes için bir beklenti yaratıldı.

10 Ocak’ta adaylar açıklandığında, (Bradley Cooper’ı içeren!) 5 kişilik En İyi Erkek Oyuncu adayları listesinde Hawkes’ın adı geçmiyordu…

Başka birçok ödül ve adaylık kazansa da, Hawkes’ın The Sessions’taki performansı “arada kaynamış” gibi oldu. Bu kez “kaybetmiş” olsa da, umarız bu emektar oyuncu bütün yeteneklerini gösterebileceği rol teklifleri almaya devam eder.

Amy Adams


Hevesli ve hırslı bir oyuncunun hiç aday gösterilmemesinden daha kötü olabilecek tek şey, dört kere aday olup hiç ödül alamamak olurdu herhalde.

Junebug, Doubt, The Fighter ve The Master ile dört kez aday olan Amy Adams, bu seneki Anne Hathaway “vakasını” göz önünde bulundurursak, potansiyel bir galibiyet için BEŞİNCİ adaylığı kovalamak zorunda kalacak.

Akla ister istemez Oscar alabilmek için bir tarafını yırtan ve büyük ödülüne çok şükür altıncı adaylığında kavuşan Kate Winslet gelse de, en çok aday olup hiç ödül alamama rekoru, 8 adaylık ve sıfır galibiyet ile efsanevi oyuncu Peter O’Toole’a ait. Geçtiğimiz yıl emekliliğini açıklayan O’Toole, neyse ki 2003 yılında verilen bir yaşam boyu başarı ödülü ile onurlandırılmıştı. Adams’ın o kadar beklemek zorunda kalmamasını diliyoruz!

Leonardo DiCaprio


Martin Scorsese, Steven Spielberg, Christopher Nolan, James Cameron, Sam Mendes, Clint Eastwood, Danny Boyle ve Quentin Tarantino… Modern sinemanın en ünlü yönetmenleri. Kulağa inanılmaz geliyor ama, 38 yaşındaki Leonardo DiCaprio bu yönetmenlerin hepsiyle çalıştı, hepsinin en az bir filminde başrol oynadı (Django’daki yardımcı rolü hariç).

Böylesine etkileyici bir filmografiye sahip bir “süper star” aktörün, Oscar beklentisi içine girmesi şaşırtıcı değil. Nitekim DiCaprio bu hedefe What’s Eating Gilbert Grape, The Aviator ve Blood Diamond ile üç kez yaklaştı da.

Ama kendisinin dramı şurada: Ünlü oyuncunun en unutulmaz performansları aday olup kazanamadığı filmlerde değil, hiç aday olamadığı filmlerde! Titanic, The Departed, Revolutionary Road, Shutter Island ve Inception’daki Leonardo DiCaprio’nun aday olamaması reva mıdır?

Son beş yıldır kulaktan kulağa fısıldanan “Akademi DiCaprio’yu sevmiyor” söylentileri, bu seneki Django Unchained adaylıklarıyla iyice yüksek sesle söylenir oldu. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında sadece Christoph Waltz’ın aday gösterilmesi, özellikle Waltz’un Django’da yardımcı rol falan değil, düpedüz başrol oynadığı düşünüldüğünde, gerçekten DiCaprio’ya bir tür haksızlık yapıldığı izlenimini uyandırıyor. Kendisi gelecekte bu laneti kırabilecek mi, merakla izliyor olacağız.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Oscar 2013: Kazananlar

Helen Hunt


1997’de As Good as It Gets ile tartışmalı bir En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazanan Helen Hunt, bu ödülü takiben kendini Dr. T & the Women, What Women Want gibi sade suya tirit romantik komedilerde silik kadın karakterlerini oynamaya adamış, 2000’deki Cast Away’den sonra da azalarak yok olmuştu.

The Sessions’taki cesur rolüyle bütün yıl çok konuşulan Hunt, bu muhteşem geri dönüş hikâyesini 15 yıl aradan sonra ilk kez bir Oscar adaylığı alarak taçlandırdı. Kendisi hakkında dönen muhabbetlerin çoğu filmdeki çıplak sahnelerle ilgili olsa da, Hunt’ın The Sessions’ta gösterdiği abartısız ve içten performans, 1997’deki ödülün tesadüf olmadığını kanıtlıyor en azından.

Joaquin Phoenix


Klişeleşmiş “Hollywood’un yaramaz çocuğu” sıfatının en çok yakıştığı isimlerden biri olan Joaquin Phoenix, oyuncu ağabeyi River Phoenix’i aşırı doza kurban verdiği çalkantılı gençlik dönemini atlatmış gibi görünüyordu: Gladiator ve Walk the Line ile iki kez Oscar’a aday olmuş, uluslararası çapta şöhrete kavuşmuştu. Derken bir şeyler oldu. Pheonix 2008’de oyunculuğu bıraktığını, “artık rap albümleri yapmak istediğini” açıkladı ve adı tuhaf kazalar, kavgalar ve David Letterman’a verdiği bi’ milyon kafalı söyleşiyle anılır oldu.

Sonra? Efendim meğerse hepsi oyunmuş. Şöhret ve medyanın ilişkisiyle ilgili bir film çekiyormuş Phoenix. 2010’da yayınlanan ve sırf meraktan izlediğim I’m Still Here adlı filmi bir şeye benzeseydi “aferin, ne cesur oyuncuymuş,” falan derdik belki ama bu haliyle sadece “tuhaf” olarak tanımlayabiliyoruz kendisini.

Ama her işte bir hayır vardır (silver linings playbook!) derler ya... Phoenix bu tuhaflığını The Master’daki karakterine mükemmel biçimde yansıtıyor. Çocuksu ama tehlikeli, dengesiz ve sapık ruhlu Freddie Quell rolü, Joaquin Phoenix’e üçüncü Oscar adaylığını getirdi. Onca tuhaf maceradan sonra, Phoenix için adaylık bile büyük bir başarı diyebiliriz.

Robert De Niro


Robert De Niro, The Godfather Part II, Taxi Driver, Raging Bull gibi sinema tarihinin temel taşları sayılabilecek filmlerdeki rolleriyle çoktan “efsanevi aktör” statüsüne erişmiş, ulaşabileceği en üst noktaya ulaşmıştı. Fakat kariyerinin ikinci yarısında rahat bir emeklilik hayatı yerine, Analyze That, Meet the Parents gibi ucuz komedi filmleri, bu filmlerin sayısız devam filmleri, veya 50 Cent’in oyunculuk yaptığı (!) tırt suç filmlerinden oluşan çirkin bir döneme girdi.

Biraz da bu yüzden, De Niro’nun Silver Linings Playbook’ta yıllar sonra ilk kez azıcık oyunculuk başarısı göstermesi önemliydi; izleyiciler ve Akademi üyeleri bu büyük oyuncuyu “büyük” yapan sebepleri yeniden hatırladı ve kendisini gözyaşları içinde yeniden bağırlarına bastılar. Silver Linings Playbook elbette Taxi Driver ve diğerlerinin yanında hatırlanmayacak, ama en azından De Niro’nun kariyerindeki “çirkin dönemi” unutturur belki.

Bradley Cooper


Bradley Cooper. The Hangover, The Hangover Part II, All About Steve ve The A-Team gibi filmlerin unutulmaz yıldızı Bradley Cooper.

Bradley Cooper bugün bir En İyi Erkek Oyuncu adayı.

Daniel Day-Lewis ile aynı kategoride yarışıyor.

Daha büyük bir “kazanan” olabilir mi?

19 Şubat 2013 Salı

Sinema: Warm Bodies


Uzun bir projeyi yeni teslim etmiş ve Oscar filmlerinden tamamen sıkılmış bir vaziyetteyken gösterimdeki filmlere baktım; hepimizin zaman zaman ihtiyaç duyduğu gibi, saçma, basit, kafa dağıtma amaçlı bir film arıyordum. Eh, “zombili aşk filmi” Warm Bodies’ten daha saçmasını bulamazdım herhalde!

Bir tarafta plak koleksiyonu yapan, spor araba kullanan, romantik, nazik, atletik, mavi gözlü; Türk kızlarının “öylesini bulsam hemen götürüp ailemle tanıştırırım” kategorisinden, ideal koca adayı bir zombi! Diğer tarafta post-apokaliptik dünyanın en hırçın koşullarında büyümüş, binbir travma yaşamış, neredeyse bütün sevdiklerini zombi salgınına kurban vermiş, fakat bütün bunlara rağmen kendisiyle etkileşime giren ilk zombiyle beş dakikada laubali olan salak kız! Daha hayalperest, daha uç bir kaçış fantezisi örneği geliyor mu aklınıza?

Elbette geliyor olmalı! Son dört yılın uluslararası edebiyat kanseri ve bu filmin çekilme nedeni Twilight!

İşte bu karşılaştırmadan ötürü, beklentilerimi Hazal Kaya seviyesine indirip sinemaya öyle gittim. Neyse ki, Warm Bodies, Twilight’ın olmak isteyip de olamadığı her şey. Twilight’ın aksine, kendini ciddiye almayan, belli bir espri anlayışına sahip, merkezdeki aşk hikayesini “aman tanrım aşık oldum ve bu yüzden bütün dünya benim etrafımda dönmeli!” düzeyine indirmeden, tam tersine, bu aşk ilişkisini distopik öğeler taşıyan ana hikayenin bir unsuru olarak işlemeye çalışan, çekilirken birazcık durup düşünüldüğü belli olan bir film!

Evet, “romantik zombi” fikri kulağa çok aptalca geliyor. Evet, senaryoda oldu bittiye getirilen çok fazla anlamsız dönüş var. Ama yönetmen Jonathan Levine, bu kötü malzemeyi bir şekilde paketleyip satmayı iyi becermiş. Ya da ben saçma-duygusal manipülasyona açık bir dönemden geçiyorum! PMS böyle bir şey mi acaba?!

Başrollerdeki Nicholas Hoult ve Teresa Palmer’ın doğal karizmaları da bu “paketleme” işine yardımcı olmuş denebilir. Kristen Stewart’ın aksine, Teresa Palmer’ın yüz ifadelerini kullanarak üzgün/heyecanlı/korkmuş/sevinçli gibi temel duyguları aktarabildiğini biliyor muydunuz?

Türe ilgi duyanlar ve filmin abuk konusunu hazmedebileceğini düşünenler için, olgun ve eğlenceli bir iş olmuş. Uyarlandığı kitabın yazarı Isaac Marion devam kitabını yazdığını açıklamış bile. Kapitalist Hollywood yapımcılarına vampir/zombi muhabbetinden para kazandıran kerizler olmaya devam edeceğiz galiba.

10 üzerinden 6.5

6 Şubat 2013 Çarşamba

Müzikal bir yolculuk!

“Before My Time”, Chasing Ice


Küresel ısınma ve buzulların erimesiyle ilgili bir belgeselden En İyi Şarkı adayı çıkarmayı başaran yapımcıyı tebrik etmek lazım. Bu adaylık sayesinde Chasing Ice En İyi Belgesel dalı haricinde başka dallarda da aday gösterilen nadir belgesellerden biri oldu (sanırım 2006’daki An Inconvenient Truth’tan beri ilk kez – ama o film En İyi Belgesel’de de adaydı).

Şarkının neden aday olduğunu anlamak güç değil. Sade düzenlemesi, iç acıtan sözleri ve Scarlett Johannson’ın aşırı melankolik yorumuyla, “Before My Time”ı gece 2’den sonra dinleme gafletine düştüm ve dosdoğru depresyona girdim; siz okumaya devam edin, ben hırkamı giyip aşırı kilo almaya gidiyorum.


“Everybody Needs a Best Friend”, Ted


Akademi üyesi A: “Kimsenin tanımadığı ve tanıyanın da sevmediği iticilik abidesi Seth MacFarlane’ı törene sunucu yaptık; n’apsak da biraz destek olsak şu çocuğa?”

Akademi üyesi B: “Abi şimdi diğer kategoriler biraz zor ama En İyi Şarkı’ya sıkıştırırız belki, hem Norah Jones’a söyletmişler, direkt Oscar yemi, kimse şüphelenmez.”

Akademi üyesi A: “Hah gözünü seveyim yapalım şunu Remzicim, Ted’e 20-25 gibi gitmesi lazım.”


“Pi’s Lullaby”, Life of Pi


Adayların açıklanmasıyla ortaya çıkan gerçeklerden biri de Life of Pi’ın tahmin edilenden daha çok sevildiği oldu. Gerçekten de, birçok teknik kategorinin yanı sıra, aynı anda hem En İyi Şarkı hem de En İyi Müzik adaylığı kazanan iki filmden biri Life of Pi.

“Pi’s Lullaby” dinleyeni alıp uzaklara götüren, astral seyahate çıkaran, kalp çakranızı açan, iç huzura kavuşturan, çocukluktan gelen psikolojik sorunlarınızı çözüp daha sağlıklı yemenizi sağlayan bir arınma kürü, akupunktur ve detoks! “Uykusu geldiği için değil, güvende hissettiği için uyuyan bir çocuğu anlatıyor,” demiş Ang Lee bu şarkı için. Ne güzel demiş.


“Skyfall”, Skyfall


Madonna’nın “Die Another Day”inden sonra gelen James Bond şarkıları, kesinlikle kötü olmamakla beraber, son derece iddiasız projelerdi; nitekim pek etki yaratmadan unutulup gittiler. Eh, son yılların en iddialı Bond şarkısını yapmak, son yılların açık ara en popüler şarkıcısı Adele’e kısmetmiş.

“Skyfall”un en büyük avantajı, diğer aday şarkıların aksine, insanların bu şarkıyı cidden dinlemek istiyor olması! İngiliz şarkıcının önceki eserleri gibi, “Skyfall” da müzik listelerinin zirvesini zorlayan gerçek bir hite dönüştü. Peki bu durum, burnu büyük Akademi üyelerinin gözünde bir dezavantaja dönüşebilir mi? Muhtemelen hayır, şu noktada Adele’i sevmeyen kalmadı gibi (ödül töreninde de sahne alacak). Şarkının kendisi de oldukça mükemmel olduğuna göre, kategorinin favorisi budur diyebiliriz.


“Suddenly”, Les Misérables


Les Misérables hakkındaki düşüncelerimi yazmıştım. Ama orada söylemediğim şey, aslında şarkıların hiç de fena olmadığıydı. İlerleyen günlerde kendimi “I Dreamed a Dream”, “On My Own”, “Do You Hear the People Sing” gibi melodileri mırıldanırken buldum.

Fakat “Suddenly” için aynı şeyi söyleyemem. Orijinal müzikalde neden yer almadığını anlamak çok kolay. Filmin zaten sorunlu temposunu daha da düşüren, diğer klasik melodilerin yanında hiç de akılda kalıcı olmayan, “doğuştan sorunlu” bir şarkı. Oscar kazanmasına dair umutlarınız varsa, o umutları yok edip dönüştüreceğim rüyanızı utancaaa-aa-aaaa (yakın çekim).

5 Şubat 2013 Salı

Oscar takipçileri internet olmasa ne yapardı?


Bu yılın En İyi Belgesel adaylarından Searching for Sugar Man’i izledim. Filmin kahramanı Amerikan folk şarkıcısı Sixto Rodriguez. Rodriguez 70’li yıllarda 2 albüm yapıyor. Müzik adamlarının, eleştirmenlerin bayıldığı, yere göğe sığdıramadığı bu albümler Amerika’da 100 tane bile satmıyor… ve Rodriguez’in müzik hayatı başlamadan bitiyor. Fakat kaderin gizemli bir oyunuyla bu albümler bir şekilde Güney Afrika’ya gidiyor ve evet, burada büyük başarı kazanıp kapış kapış satılıyor. Rodriguez anti-apartheid yıllarının en büyük sembolüne dönüşüyor ve adı Elvis’le beraber anılır hale geliyor.

Masalın yürek burkan sürprizi şurada: İnşaatlarda çalışıp para kazanan Meksika göçmeni Rodriguez’in bu büyük şöhretten asla haberi olmuyor. Güney Afrikalılar da Rodriguez’i öldü biliyorlar…

Dünyanın gerçekten büyük, insanların uzak, iletişimin zahmetli ve bilginin erişilmez olduğu internetsiz dönemde böyle hikâyeler mümkündü.

İnsanlar sevdiği şarkıları teybe kaydedebilmek için saatlerce radyo dinlerdi. Şarkıcılar ve oyuncular hakkında bilinen tüm bilgiler Hayat ve Hey dergilerinin anlattığıyla sınırlıydı. Amerikan filmleri – kopyaları zor bulunduğu için – Türk sinemalarına orijinal gösterim tarihlerinden yıllar sonra ulaşırdı. Bütün bunlar şimdi kulağa ne kadar fantastik geliyor?

30-40 yıl öncesinin sinemasever gençleri, şimdi bizim en bulunmayan filmleri bile tek klikte izleyebildiğimizi görseler ne düşünürlerdi?

40 yıl öncesinin gençlerini geçtim. Geldiğimiz nokta zaman zaman beni bile şaşırtıyor.
Yurtdışında yüksek lisans yapıyorum. İnternet bağlantım okul tarafından filtreleniyor, yani film izlenen/indirilen sitelere erişimim zor. 3-4 ay boyunca izlemek istediğim bütün filmleri sinemada izledim. Birçok filmin burada daha erken ve daha yaygın gösterildiğini düşünerek kendimi mutlu etmeye çalıştım.

Derken geçen ay kısa bir süre için Türkiye’ye döndüm ve 4 aydır erişemediğim film sitelerine baktım. Oha! Oha! Nasıl bir ortam bu? Daha gösterime girmesine 1 ay olan Oscar filmleri, kimsenin izlemediği festival filmleri, en merak ettiğim belgeseller! Hepsi ortalıkta dolaşıyor! Her ağacın altında bir çift, kahkahalar, haykırışlar, hellolar mellolar!

Komşular yetişin adam vuruyolaaar! çiğliğindeki Rahşan Gülşan tonlamam sizi yanıltmasın! Dijital devrim durdurulamayacak. Her türlü içeriğin istenilen her yerden özgürce ve yasal olarak bedava erişileceği bir geleceğe doğru ilerliyoruz.

Ama içimdeki iflah olmaz romantik ve 5 yıldır aldığım biznıs eğitiminin öldüremediği saf idealist, filmleri 40 santimlik dizüstü bilgisayarda DVDSCR kopyalarından izlemenin, sinema perdesinde, en yüksek görüntü kalitesinde ve salondaki diğer insanların tepkilerini hissederek izlemekle aynı keyfi vermediğini söylüyor.

Mevzunun her iki tarafı için söylenebilecek o kadar fazla argüman var ki, tekrar fikrimi değiştirmeden önce bu yazıyı burada noktalıyorum, ancak bunu giriş farz edin; kesinlikle devam edeceğiz.

Siz ne düşüyorsunuz? Söylesenize lütfen!

13 Ocak 2013 Pazar

Sinema: Les Misérables


Filmin – aslında hiç de fena olmayan – açılış sahnesinde bütün gün güneş altında çalışmaktan perişan olmuş işçiler hep bir ağızdan eğ başını, eğ başını / ölene kadar buradasın / yüce Tanrım, ölmeme ne zaman izin vereceksin? diye haykırırken, aslında iki buçuk saat boyunca Tom Hooper’ın Les Misérables yorumuna maruz kalacak seyircilerin hislerine tercüman olduklarının farkındalar mıydı?!

Çünkü The King’s Speech zaferinden taze çıkma Tom Hooper’ın yönetmenliğindeki Les Misérables’ı izlemek, Toulon hapishanesinde 19 yıl kürek çekmekten farksız: İkisi de bittiğinde içinizdeki yaşama arzusu tükenmiş oluyor!

Hooper’dan ziyade, orijinal müzikal suçlanmalı belki de. Hani, peşin söyleyeyim, müzikal tiyatro bilgisi yüksek olan biri değilim. Ama bence bu müzikalde şarkı yok! Şarkıdan ziyade, saatler süren duygusal ağıtlar ve yakarışlar var. Hikâyenin büyük kısmı, ağlamaklı bir ifadeyle havalara bakıp şarkı söyleyen egoist karakterler üzerinden anlatılıyor. Finale yaklaştıkça da her şey tam bir ağlatma pornosuna dönüşüyor.

Ama yok. Hooper da suçlanmalı. Filmin yüzde 90’ı, şarkı söyleyen karakterlerin yakın plan suratından ibaret. Yönetmen, karakterlerin tiyatro sahnesinde değil de, sinema perdesinde olduğunu hatırlatmak için bunu tercih etmiş olsa gerek; ama ortaya çıkan sonuç son derece boğucu – iki buçuk saat boyunca sürekli bağırıp sızlanan birinin dibinde dolaştığınızı farz edin (kız arkadaşınızın adet günü veya ailenizle seyahat etmek gibi!). Mekân kavramının sıfırlanması da cabası.

Hatta ve hatta, herkesi ve her şeyi suçlamaya başlamışken Victor Hugo’yu bile suçlayasım var, ama kitabın uzun versiyonunu okumadığım için haddimi aşmak istemiyorum. Şöyle diyelim: Film karman çorman, daldan dala atlayan bir konuya ve Hadise’nin son halinden bile daha zayıf bir olay örgüsüne sahip! Merkezde oturan hikâye geçmişte büyük hatalar yapmış bir adamın yeni bir hayata başlama isteği diye düşünüyordum; ama talihsiz Fantine, yetim kızı Cosette, Cosette’in yaklaşık 3 saniyede ölesiye âşık olduğu ördek surat sevgilisi Marius, Marius’u platonik seven Éponine, Marius’un devrimci arkadaşları, devamında gelen çatışma ve “yaşasın özgürlük, woo hoo!” sahneleri, bunların hiçbir sebep-sonuca bağlanmaması, sürekli her yerde tesadüf eseri (!) karşılaşıp duran ve kıyafet değiştirir gibi fikir değiştiren dengesiz karakterler derken, samimi biçimde şüpheye düştüm: Bu çok karakterli epik hikâyenin gerçekten anlatmak istediği bir şey var mı, yoksa tek amacı heyecanlı/bol ağlayışlı bir popüler kültür ürünü olmak mı? Diye sorarak Victor Hugo’ya laf sokmaya çalışan acıklı ve cahil blog yazarına dönüştüğümün farkındayım!

(Kitabın ciltler halindeki yapısının bu çok karakterli masalı hakkını vererek anlatmaya daha müsait olduğunu, aynı zamanda 2000 sayfalık bir romanı 2 buçuk saatlik bir filme uyarlamanın imkânsızlığını not ederek Sayın Hugo’yu ve klasik eserini elbette toptan çıkaracağım; ama eserin 1862’de ilk yayınlandığında eleştirmenler tarafından yerden yere vurulduğunu belirtmeden geçemem.)

Les Misérables hakkında söyleyebileceğim en iyi şey oyuncularla ilgili olabilir ancak. Filmin gerçek yıldızı elbette Fantine rolündeki Anne Hathaway: Tek plandan oluşan I Dreamed a Dream performansı filmin geri kalanındaki şarkıları mahvedecek kadar etkileyici. Ancak Jean Valjean rolündeki Hugh Jackman ve Éponine rolündeki genç oyuncu Samantha Barks da filmin en akılda kalıcı isimleri arasında. Bu üçlü, kolaylıkla abartıya kaçılabilecek rollerini ustalıkla oynuyorlar ve seyirciden duygusal reaksiyon almayı çok iyi beceriyorlar.

Ancak duygusal reaksiyonun yarattığı illüzyona kapılmayın. Her ağlatan film iyi film değildir. Les Misérables, bütün eksiklik ve zaaflarını, filmin başından sonuna dek bir yükselip bir alçalan trajedi fırtınasıyla saklamaya çalışmış sanki. Benim gibi duygusuz birini etkilemeyi başaramasa bile, filmi izlediğim salondaki burnunu çeken kadınlar korosuna (filmin sonunda perdeyi alkışladılar) ve aldığı Oscar adaylıklarına bakarak, hedef kitlesini tatmin etmiş diyebiliriz.

10 üzerinden 4,5