28 Ekim 2012 Pazar
Sinema: Skyfall
Filmin en gergin sahnelerinden birinde “Herkesin bir hobiye ihtiyacı vardır,” der James Bond. “Peki senin hobin ne?” diye sorar filmin kötü karakteri. Bond düşünmeden cevap verir: “Yeniden doğmak.”
Bu uzun soluklu serinin en iyi yaptığı şey de bu olsa gerek. Bu yeni halkayla beraber yeni bir diriliş yaşıyor James Bond. Skyfall aslında yeni bir şey söylemeden, hatta sık sık geçmişe göz kırparak, hem bu efsanevi karaktere çok şık bir saygı duruşunda bulunuyor, hem de geleceği güvenle karşılıyor.
Peki bunu nasıl başarıyor? Hikâye anlatımını sağlam bir tematikle buluşturarak. Bu film yalnızca A noktasından B noktasına gitmekle ilgilenmiyor; her sahnenin altında maharetle gizlenmiş bir ölüm vurgusu yatıyor. Adele’in tüyleri diken diken eden Skyfall şarkısı eşliğinde izlediğimiz açılış jeneriğinden itibaren, bir nihayete varma, sonlanma duygusu hâkim bütün filme. Hem James Bond karakteri için, hem de film serisi için, “çemberin tamamlandığını” anlıyorsunuz.
Bu hikâyede James Bond “majestelerinin hizmetinde” kötü adamların peşinden koşup dünyayı kötülükten temizlemekten ziyade, kendi geçmişini ve varoluş sebebini aklama derdinde. Bunun getirdiği ağırlığı ve kasveti filmin her karesinde hissetmek mümkün.
Evet, çok orijinal değil belki. Filmin belkemiğini oluşturan “gözden düşmüş eski takım üyesinin intikamı” konusu kim bilir kaç filmde işlenmiştir? İlginç ama, önemi yok. Mükemmel görüntü yönetimi, Daniel Craig’in akıllara zarar karizması, Javier Bardem’in cidden ürpertici kötü adam kompozisyonu (bir eleştirmen “Javier Bardem Joker’i Heath Ledger’dan bile iyi oynamış,” demişti), şahane karanlık atmosfer, eski serilere minik göz kırpmalar ve son derece gaza getiren müzikler gözünüzü (ve kulaklarınızı) boyamaya yeterli.
Skyfall için “büyük bir göz boyama” diyenler olabilir, haklı da olabilirler, ama bu her zaman kötü bir şey değildir; filmi hangi niyetle izlediğinize göre değişir. Bana göre, bu çok yaşlı film serisinin böyle bir makyaja çok ihtiyacı vardı. Çünkü bu eski toprak “süper kahramanın” devasa patlamalardan tertemiz takım elbisesiyle çıktığını görmek, 2012 yılında bile yeterince eğlendirici ve nedense, rahatlatıcı.
10 üzerinden 7
Not 1: Skyfall kelimesinin filmdeki anlamı ve neden Türkçe’ye çevrilmediği açıklanıyor.
Not 2: İstanbul sahnelerine değinmesem olmaz! Evet Hollywood İstanbul’u oryantalist bir bakış açısıyla göstermeyi seviyor. Ama başka nasıl olmasını bekliyorduk anlamıyorum. Zevksiz gökdelenlerimizi ve boy boy AVM’lerimizi gösterseler daha mı iyiydi? Cumhuriyet dönemi Türkiye’sini daha iyi temsil eden mimari yapılar vardı da çekmediler mi? İstanbul’un mimari sembolü camiidir, dar sokaklardır, Kapalıçarşı’dır. Bu filmde de bunlar var. Bundan rahatsızlık duymayı abes buluyorum (palmiye ve deve olmadığı sürece!). Bu arada gösterilen yerlerin yıllarca okula gittiğim yerler olması ve an itibariyle gurbette olmam sebebiyle acayip duygulandım, “yabancı filmde Türk görünce sevinme” sendromu yaşadım, vay anasını!
27 Ekim 2012 Cumartesi
Sinema: The Sessions
NOT: Bir süredir istediğim sıklıkta yazamıyordum, ama artık Oscar sezonu geldiğine göre beni susturabilene aşk olsun… Ayrıca bu seneye mahsus ufak bir mekân değişikliği yaşadım. Türkiye’de henüz izleyemediğimiz filmleri sizler için erkenden yorumluyor olacağım.
Sadece ödül almak için çekilmiş hissi veren, belli formüllere dayalı filmlerden oldum olası tiksinmişimdir. Buna rağmen, son 4 yıldır, her sene oturup Oscar şansı olan bütün filmleri izleme gibi bir çabaya giriyorum. Cinslik işte. Sözde entel olacağım ya.
Doğal olarak, bütün bu filmlerin arasında hiç sevmediğim, hatta düpedüz nefret ettiğim çok film oldu. Sıklıkla isyan ettim. “Klişe Oscar senaryoları” havuzunun yosunlu ve yeşermiş köşelerine klor dökülsün ve temizlensin istedim! Gerçek bir dram yaşadım denebilir yani!
(Bu can sıkıcı senaryo kalıplarının bazılarını, şuradaki yazıda sıralamıştım.)
Fakat son derece kalıplı senaryolardan çok güzel filmler çıkaranlar da gördüm. Klişe senaryoyu melodrama kaçırmayan, güçlü karakterlerle destekleyen… Böyle filmleri sevmedim desem yalan olur. Zaten böyle filmler de olmasa her sene aynı şeyi yapamazdım.
İşte The Sessions da öyle bir film.
Filmin konusunu kâğıt üzerinde şu şekilde özetleyebilirim: Çocuk yaşta geçirdiği hastalık sonucu boyundan aşağısı felç kalan Mark O’Brien’ın gerçek hikâyesinden uyarlanan film, 2010 Oscar adayı John Hawkes tarafından canlandırılan karakterin aşk ve cinselliği – alışılmadık yöntemler kullanarak – keşfetme çabalarını anlatıyor.
Gördüğünüz gibi, sadece tek bir cümlede,
1) Gerçek hikâyeden uyarlama,2) Engelli karakter,3) Cinselliği keşfetme, eşittir “cesur” sahneler,4) Oscar’a aday olmuş ama henüz alamamış sevilen oyuncu
The Sessions’ın sırrı, bu etiketleri yalnızca birer hikâye anlatım aracı olarak kullanması. Kendini ciddiye almadan, hatta sık sık güldürerek. Seyircinin zekâsına hakaret etmeden, samimi bir biçimde…
Mark O’Brien’ın çıktığı yolculuk, kendine ve içinde bulunduğu koşullara mahsus değil; evrensel bir yolculuk. Yetişkin bir insan sosyal yaşantısında tamamen cinsel dürtüleri doğrultusunda hareket eder, der Freud, Mark da yolculuğuna tam olarak bu noktadan başlar; ama “özel durumu” gereği, Mark ile fiziksel yakınlık kurmak isteyen birinin önce duygusal yakınlık kurması gerekir. Bu “özel durumun” Mark’ın orantısız ve hareketsiz vücudu olduğunu düşünmek yanlıştır. Özel durum, aslında Mark’ın 30 yıldır içselleştirdiği ruh halidir: Mark, içinde bulunduğu durumu sorgulamadan kabul etmiştir, isyan etmeden ve anlayışla; ama artık aynı anlayışı başka birinden görmek ister, kabul edilmeyi arzular. Onun için cinsel dürtülerini tatmin etmek, kendi varoluşunu doğrulamanın bir anahtarıdır. Aslında hepimiz için öyle değil midir?
The Sessions bu düşünceleri altını çizmeden, usulca aktarıyor. John Hawkes ve Helen Hunt olabildiğince ufak oynuyorlar. İkisi için de En İyi Oyuncu adaylığı beklenebilir.
10 üzerinden 7,5
27 Ağustos 2012 Pazartesi
Sinema: Cosmopolis
Arkadaşım telefonda heyecanla “Cosmopolis gösterime girmiş? Adamın bütün filmlerini izledik bunu da izleyelim!” dedi; dehşet içinde “Robert Pattinson’ın bütün filmlerini izledin mi?!” deyivermişim. David Cronenberg’den bahsediyormuş. Heh.
İki dehşet farklı sinema ekolünü temsil eden iki farklı isim.
David Cronenberg, Eastern Promises (Şark Vaatleri), A History of Violence (Şiddetin Tarihçesi), Videodrome gibi filmlerin çok konuşulan yönetmeni, kült film kralı, gerçek bir “vizyoner”… Robert Pattinson ise… Robert Pattinson işte. Ucuz ama çok kazandıran filmlerin “arzu nesnesi”?
Filmin afişine filmin adıyla aynı boyutlarda PATTINSON!! CRONENBERG!! yazan pazarlama ekibi, belli ki hem azgın ergen kızları, hem de bohem sinefil entelleri aynı sinema salonuna toplarız diye düşünmüş! Anaam bu iki grup bir araya gelmez ki. Gelmemeli. Liseli Merve ve arkadaşlarının Hüseyin Arda heykel sergisinin açılış kokteyline katılıp ikram edilen şaraplara dadanması, veya eleştirmen Oray ve Taylan’ın sınıfta ağlayan kızın yanında bekleşip “ya tamam üzülme değmez o!!” demesi gibi bir şey. Saçma.
Neyse, efendim güya ben de “pis bohem sinefil entel” kategorisindeyim ya kendimce, aman bu filmi kaçırmayayım. Aman kaçırma. İyi halt et.
Cosmopolis, anlaşılmaz karakterlerin anlaşılmaz cümleler söyleyip anlaşılmaz davranışlarda bulunduğu, kendini fazla beğenen bir sanat mastürbasyonu.
Filmlerin göründükleri şey hakkında olmamasına bayılırım, “ukala kelimeler” dağarcığımın en favori parçası “alt metin”dir; söyleyeceği sözü olan filme sıkıcı dediğim görülmemiştir ama o sözün iyi anlatılmasını beklerim.
Cronenberg, kapitalizm ve içinde yaşadığımız toplum hakkında söylemek istediği sözü herhalde belirlemiş, ama anlatamamış diye umuyoruz. Yönetmenin bir önceki filmi A Dangerous Method (Tehlikeli İlişki), yüzeydeki sağlam hikâyesinin altına aynı ölçüde sağlam bir psikoloji incelemesi oturtmuştu ve severek izlemiş, uzun uzun da yazmıştım. Burada ise ne yüzeydeki hikâyeyi anladım, ne de – eğer varsa! – altındakini.
Ne kadar uğraşsam da, “sanat sineması” seven gerçek bir entel olamayacağım galiba!
Nitekim filmi izlediğim sinema salonu da, ki bir Çarşamba öğleden sonrası için beklediğimizden daha kalabalıktı, filmin yarısını zor getirdi, ikinci yarıda da çil yavrusu gibi dağıldı. Bizden başka filmin sonuna dek dayanan tek grup, arkamızda oturan ve cinsellik içeren bütün sahnelerde “ayyyy, hihihihii” gibi sesler çıkaran iki genç kızdı. Çıkışta “ayy ne iğrenç filmdi!” diye söylendiklerini işittim, yanlarına gittim ve “ya tamam üzülme değmez o!!” dedim. Doğruydu! Rahatladım.
10 üzerinden 2
22 Temmuz 2012 Pazar
Sinema: Savages
Oliver Stone’un en yeni “ben hala önemli bir yönetmenim tamammı :((” hezeyanı Savages, çok karakterli bir suç draması. Kalabalık bir kadro, devlet ve suç örgütleri arasındaki karanlık ilişkiler, rüşvetçi polis, soğukkanlı ve psikopat kötü adam, hepsinin arasında kalmış “masum” kahramanlar… Bir suç filminden beklediğiniz her şey, sanki bir kontrol listesinden işaretlenmişçesine, bu filmde mevcut. Lakin ben şimdi gidip bir tencerenin içine un, yağ ve şeker doldursam, bunlar kendi kendine helva olur mu efendim? Olmaz valla. Ölçüsünü bilmek lazım, uzun uzun karıştırmak lazım falan. Sonra sıcak sıcak yiyeceksin. Ohhh. Ne anlatıyordum ben? Oha. Resmen oruç kafama vurdu. Pardon.
16 Temmuz 2012 Pazartesi
Sinema: The Amazing Spider-Man
Her yıl vizyona giren onlarca büyük bütçeli Hollywood filmi var… Hepsi de birtakım belli başlı satış cümlelerini kullanarak sizi sinema salonuna çekmeye çalışıyor. (En deli mega hiper süper kahramanlar! En seksi vampirler! En çılgın 3-D!). Filmlerin toplam bütçelerinin neredeyse yarısının sadece pazarlamaya ayrıldığı çok acayip bir dönemdeyiz. Elinizde çok süper bir poster veya fragman fikri varsa, bir stüdyonun filminize para yatırması için başka hiçbir şeyin önemi kalmadı denebilir (senaryo ve oyuncular dahil!).
26 Şubat 2012 Pazar
84. Akademi Ödülleri: Tahminlerim

Yalnızca bütün adaylarını izlediğim kategoriler için tahminde bulundum. Bütün adayları izlemediğim için En İyi Yabancı Film, En İyi Belgesel (Uzun Metraj, Kısa Metraj), En İyi Kısa Film, En İyi Kısa Animasyon, En İyi Şarkı, En İyi Kostüm ve En İyi Görsel Efekt kategorileri hakkında tahmin yapmayı uygun görmedim. En İyi Ses Kurgusu ve En İyi Ses Miksajı kategorilerini ise, yeterince teknik bilgiye sahip olmadığım için değerlendirmedim.
Açıkçası bugün içinde orada burada okuyacağınız diğer tahmin listelerinden çok da farklı değil benim listem. “Risk aldım” diyebileceğim noktalar: En İyi Orijinal Senaryo’yu herkesin tahmin ettiğinin aksine Woody Allen ve Midnight in Paris’in değil, gene The Artist’in alacağını düşünüyorum. Bir de En İyi Görüntü Yönetimi’ni The Tree of Life’a verdim ben ama o da The Artist’e gitse şaşırmam. Bunların dışında, özellikle büyük kategorilerde aşağıdaki tahminlerimden farklı sürprizler beklemiyorum…
Herkese iyi seyirler!
En İyi Film:
Ne Olacak: The Artist
Ne İsterdim: The Tree of Life
En İyi Yönetmen:
Ne Olacak: Michel Hazanavicius (The Artist)
Ne İsterdim: Terrence Malick (The Tree of Life)
En İyi Erkek Oyuncu:
Ne Olacak: Jean Dujardin (The Artist)
Ne İsterdim: Demián Bichir (A Better Life)
En İyi Kadın Oyuncu:
Ne Olacak: Viola Davis (The Help)
Ne İsterdim: Meryl Streep (The Iron Lady)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Ne Olacak: Christopher Plummer (Beginners)
Ne İsterdim: Christopher Plummer (Beginners)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Ne Olacak: Octavia Spencer (The Help)
Ne İsterdim: Jessica Chastain (The Help)
En İyi Orijinal Senaryo:
Ne Olacak: The Artist (Michel Hazanavicius)
Ne İsterdim: Margin Call (J. C. Chandor)
En İyi Uyarlama Senaryo:
Ne Olacak: The Descendants (Alexander Payne, Nat Faxon, Jim Rash)
Ne İsterdim: The Ides of March (George Clooney, Grant Heslov, Beau Willimon)
En İyi Animasyon:
Ne Olacak: Rango
Ne İsterdim: The Adventures of Tintin!!!!!
En İyi Görüntü Yönetimi:
Ne Olacak: The Tree of Life (Emmanuel Lubezki)
Ne İsterdim: The Tree of Life (Emmanuel Lubezki)
En İyi Kurgu:
Ne Olacak: The Artist (Michel Hazanavicius)
Ne İsterdim: Moneyball (Christopher Tellefsen)
En İyi Makyaj:
Ne Olacak: The Iron Lady (Mark Coulier, J. Roy Helland)
Ne İsterdim: The Iron Lady (Mark Coulier, J. Roy Helland)
En İyi Sanat Yönetimi:
Ne Olacak: Hugo (Dante Ferretti, Francesca Lo Schiavo)
Ne İsterdim: Harry Potter and the Deathly Hallows, Part 2 (Stuart Craig, Stephanie McMillan)
En İyi Müzik:
Ne Olacak: The Artist (Ludovic Bource)
Ne İsterdim: The Adventures of Tintin (John Williams)