Önyargılı bir sinema izleyicisi olmamak lazım. Önyargı kötü bir şey. (Hem sinema izlerken, hem de gerçek hayatta!) Fakat ne kadar isterse istesin kendi tabiatını değiştiremiyor insan. Ben önyargılı bir sinema izleyicisiyim. Bazı filmlerin notunu izlemeden veriyorum kafamda. İzledikten sonra da “haklıymışım,” diyerek kendimi tatmin ediyorum!
24 Kasım 2013 Pazar
Sinema: Nebraska
Önyargılı bir sinema izleyicisi olmamak lazım. Önyargı kötü bir şey. (Hem sinema izlerken, hem de gerçek hayatta!) Fakat ne kadar isterse istesin kendi tabiatını değiştiremiyor insan. Ben önyargılı bir sinema izleyicisiyim. Bazı filmlerin notunu izlemeden veriyorum kafamda. İzledikten sonra da “haklıymışım,” diyerek kendimi tatmin ediyorum!
26 Şubat 2012 Pazar
84. Akademi Ödülleri: Tahminlerim

Yalnızca bütün adaylarını izlediğim kategoriler için tahminde bulundum. Bütün adayları izlemediğim için En İyi Yabancı Film, En İyi Belgesel (Uzun Metraj, Kısa Metraj), En İyi Kısa Film, En İyi Kısa Animasyon, En İyi Şarkı, En İyi Kostüm ve En İyi Görsel Efekt kategorileri hakkında tahmin yapmayı uygun görmedim. En İyi Ses Kurgusu ve En İyi Ses Miksajı kategorilerini ise, yeterince teknik bilgiye sahip olmadığım için değerlendirmedim.
Açıkçası bugün içinde orada burada okuyacağınız diğer tahmin listelerinden çok da farklı değil benim listem. “Risk aldım” diyebileceğim noktalar: En İyi Orijinal Senaryo’yu herkesin tahmin ettiğinin aksine Woody Allen ve Midnight in Paris’in değil, gene The Artist’in alacağını düşünüyorum. Bir de En İyi Görüntü Yönetimi’ni The Tree of Life’a verdim ben ama o da The Artist’e gitse şaşırmam. Bunların dışında, özellikle büyük kategorilerde aşağıdaki tahminlerimden farklı sürprizler beklemiyorum…
Herkese iyi seyirler!
En İyi Film:
Ne Olacak: The Artist
Ne İsterdim: The Tree of Life
En İyi Yönetmen:
Ne Olacak: Michel Hazanavicius (The Artist)
Ne İsterdim: Terrence Malick (The Tree of Life)
En İyi Erkek Oyuncu:
Ne Olacak: Jean Dujardin (The Artist)
Ne İsterdim: Demián Bichir (A Better Life)
En İyi Kadın Oyuncu:
Ne Olacak: Viola Davis (The Help)
Ne İsterdim: Meryl Streep (The Iron Lady)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
Ne Olacak: Christopher Plummer (Beginners)
Ne İsterdim: Christopher Plummer (Beginners)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Ne Olacak: Octavia Spencer (The Help)
Ne İsterdim: Jessica Chastain (The Help)
En İyi Orijinal Senaryo:
Ne Olacak: The Artist (Michel Hazanavicius)
Ne İsterdim: Margin Call (J. C. Chandor)
En İyi Uyarlama Senaryo:
Ne Olacak: The Descendants (Alexander Payne, Nat Faxon, Jim Rash)
Ne İsterdim: The Ides of March (George Clooney, Grant Heslov, Beau Willimon)
En İyi Animasyon:
Ne Olacak: Rango
Ne İsterdim: The Adventures of Tintin!!!!!
En İyi Görüntü Yönetimi:
Ne Olacak: The Tree of Life (Emmanuel Lubezki)
Ne İsterdim: The Tree of Life (Emmanuel Lubezki)
En İyi Kurgu:
Ne Olacak: The Artist (Michel Hazanavicius)
Ne İsterdim: Moneyball (Christopher Tellefsen)
En İyi Makyaj:
Ne Olacak: The Iron Lady (Mark Coulier, J. Roy Helland)
Ne İsterdim: The Iron Lady (Mark Coulier, J. Roy Helland)
En İyi Sanat Yönetimi:
Ne Olacak: Hugo (Dante Ferretti, Francesca Lo Schiavo)
Ne İsterdim: Harry Potter and the Deathly Hallows, Part 2 (Stuart Craig, Stephanie McMillan)
En İyi Müzik:
Ne Olacak: The Artist (Ludovic Bource)
Ne İsterdim: The Adventures of Tintin (John Williams)
21 Şubat 2012 Salı
Oscar Ödülleri'ni Okuma Rehberi

Bir ödül sezonunu daha geride bırakıyoruz. Ödül sistemini saçma bulsanız da, ödül alan filmlerden tiksinseniz de, favori filminizin sıfır çekmesine anlam veremeseniz de, ödül sezonu iyidir. Normal koşullarda belki de dikkatimizi çekmeyecek filmleri izleme şansı bulur, tartışır ve eğleniriz.
Tabii bizim gibi “uzak” seyirciler için, birkaç sene öncesine kadar bu süreç çok zordu. Türk sinema dağıtımcılarının, Oscar adayı filmleri önceden satın almalarına rağmen Oscar haftasına kadar gösterime sokmama gibi bir saplantısı var. Zaten çok kısıtlı bir kitleye hitap eden bu filmleri, Oscar töreninin getireceği minimal düzeydeki reklamdan medet umarak tören haftasına kadar bekleten dağıtımcılar, aslında daha fazla seyirci kaybediyorlar ama haberleri yok. Konuşturtmasınlar beni şimdi.
Kişisel olarak, sinemada izleme imkânım olan bütün filmleri sinemada izlemeye çalıştım; hem gösterim tarihlerini, hem de festivalleri takip ettim. Bütün bu iyi niyetime rağmen, gene de filmlerin büyük çoğunluğunu “malum ortamlardan” izlemek zorunda kalmış olmam, yerli dağıtımcıları düşündürtmeli.
Sonuçta bütün filmleri izlemeyi başardım, peki elime ne geçti? Hiçbir şey. İnternet çağının yetiştirdiği aşırı özgüvenli neslin bir meyvesi olarak; blogumda yazarcılık oynadım, önüme gelen filmi fütursuzca eleştirdim ve kendimi bir bok zannettim! Ama bu başka bir yazının konusu. Bugün son bir kez daha yazarcılık oynamak istiyorum.
Açıkçası bu sene, bana göre, son derece zayıf bir seneydi. Dokuz filmin yarıştığı En İyi Film kategorisinin büyük kısmı “yürek ısıtan / iyi hissettiren” ama boş filmlerle, kalan kısmı da bildiğin çok kötü filmlerle dolu (bazı istisnalar hariç).
Yarışta en şanslı görünen aday The Artist mesela. Sesli çekilmiş olsa beş para etmez nitelikteki hafif senaryosu, bütün filmin “sessiz sinema kültürüne saygı duruşu” fikrine dayandırıldığı, içeriğin hiç umursanmadığı izlenimini veriyor. “Zaten olayı buydu” diyenler de var ama bana göre ortaya çıkan sonuç “sevimli, ama daha fazlası değil”.
Veya oyunculuk kategorilerini dolduran The Help. Bu film yüreğinizi ısıtmaya o kadar kararlı ki, bunu yaparken hangi sterotipleri gözümüze soktuğunu umursamıyor. Oscarlar’ın bayıldığı ırkçılık konusunu son derece karikatürize edilmiş karakterlerle anlatan film, evet bir bütün olarak kötü değil belki, ama çok değil birkaç ay sonra unutulup gidecek.
Hugo masalsı anlatımı ve büyüleyici görselliği ile ağzımızda güzel bir tat bıraktı belki ama, neye odaklandığı anlaşılmayan senaryosu yüzünden onu da içime sinerek destekleyemiyorum. (Bir çocuğun babasına duyduğu özlem? Bir genç kızın macera tutkusu? Bir sinema emektarının küskün geçen hayatı? Genel olarak sinema kültürü? Bu film hangisi hakkındaydı?)
Mazlum takımın büyük takımları yenerek zirveye ulaşmasını anlatan Moneyball, aynı konsepti kullanan Rocky ve diğer 78 milyon spor filminden herhalde farklılık olsun diye, mazlum takımın zirveye ulaştığını göstermiyor bile… ve sanırım gene de tatmin olmamızı bekliyor. Manipülatif olmaktan özenle kaçınan, gerçekçi senaryosuyla, genel olarak En İyi Film kategorisinin iyilerinden olduğunu düşünsem de, burada da kalıcı bir malzeme yok.
The Descendants ve Extremely Loud & Incredibly Close hakkında bir şey söylemek istemiyorum. Zira gereksiz yere kabalaşabilirim ve şu anda göründüğümden daha fazla ukala görünmek istemiyorum! İlki hakkında blogumda bayağı bir giydirmiştim zaten. Belki öbürü hakkında da içimdeki tiksintiyi kusacağım bir yazı yazarım sonra.
Geriye, “kazansa mutlu olurum” diyebileceğim 3 aday kalıyor. Midnight In Paris, The Tree of Life ve War Horse. Üçü de seyirciye karşı dürüst ve kendi içinde tutarlı filmler. Midnight In Paris’i “ait olamama” ve “kaçış” temalarını böylesine sevimli biçimde işlemeyi başardığı için, The Tree of Life’ı dünyadaki yerimizi, yaşamdaki amacımızı sorgulamaya ittiği için ve nefes kesici duruluğu için, War Horse’u da saf ve hakiki bir “epik masal” olmaktan başka hiçbir şeye özenmediği için sevdim.
Ama bu üç filmin de yarışta herhangi bir şansı yok. Pazartesi sabahı 6’da “En İyi Film” olarak The Artist’in adı okunduğunda “çok saçma yeaaa” diyeceğim, “War Horse’un hakkı yendi” diyeceğim, “daha da izlemem Oscar törenini” diyeceğim. Diyeceğim de diyeceğim. Hepimiz diyeceğiz. Bloglar ve sözlükler buna benzer yorumlarla dolup taşacak.
İşte bu noktada, bir adım geriye çekilip, “Kimin umurunda?” dememiz gerekiyor. Yapmamız gereken şey, (sizin zevkinizin başkalarının zevkiyle her zaman uyuşmayabileceği gerçeğini kabul etmek dışında,) Akademi’nin zaten aslında asla “En İyi”yi ödüllendirmediğini anlamak.
Oscar “En İyi”ye değil, “En İyi Kampanya Sahibi”ne verilen bir ödüldür.
Bir adayın ödül alabilmesi için yalnızca iyi bir film veya iyi bir performans yetmez. Ödül alan her işin arkasında milyon dolarlar harcanan büyük bir kampanya vardır. Oy kullanan Akademi üyelerine özel gösterimler, yemekler, söyleşiler ve çok daha fazlasını kapsayan, muazzam bir pazarlama rüzgârını arkanıza almadan ödül kazanamazsınız. Hatta çoğunlukla bu da yetmez. Aday olarak bir hikâyeniz olmalı. “Ödüle 20 kere aday olup hiç alamayan usta yönetmen”, “önceden hakkı yenmiş emektar oyuncu”, “sıra dışı bir dramatik rolle kendi kalıplarını kıran kadın komedi oyuncusu” gibi, Akademi üyelerinin mutlu sona ulaştırmaktan rahatsız olmayacağı bir hikâyeniz yoksa hiç umutlanmayın yani.
Gene de tatmin olmadınız mı? Hala “bu haksızlığa” anlam veremiyor musunuz?
O zaman şunu da ekleyelim: Akademi dediğimiz şey, %94’ü beyaz Amerikalılardan oluşan, %77’si erkek, %54’ü 60 yaşın üzerinde (yaş ortalaması 62), son derece homojen, hantal ve yaşlı bir grup insan. Referans sistemiyle üye kabul eden bu grubun içinde, Madonna, Beyoncé, Adam Sandler ve Bradley Cooper gibi isimler varken, mesela bir Woody Allen ve George Lucas bu üyeler arasında değil. Zaten kimin Oscar kazanacağına karar veren bu insanların %64’ü bırakın Oscar kazanmayı, Oscar’a aday bile olamamış insanlar…
Özetlemek gerekirse… Oscar ödülü bir prestij, ama asla bir hüküm mercii değil. “En İyi”yi sadece siz, kendiniz seçebilirsiniz. Bu sürecin bize tek katkısı, özel bir spot ışığı tutulan bu şanslı filmleri tanımak, yorumlamak ve paylaşmak olabilir ancak.
Sevgiler.
24 Ocak 2012 Salı
84. Akademi Ödülleri: Adaylık yorumları

YORUMLAR
> “En İyi Film”de 9 adaylık sürprizi
En büyük sürprizlerden biri “En İyi Film” kategorisinde yaşandı.
2008 yılında The Dark Knight ve Wall-E gibi, hem gişeyi hem de eleştirmenleri memnun eden filmler “En İyi Film” adayı olamayınca, Akademi yoğun eleştirilere maruz kalmıştı. Buna cevap olarak 2009 yılında, Oscar tarihinde ilk kez, aday sayısı 5’ten 10’a çekildi. Böylece normal koşullarda Akademi üyelerinin ilk 5’ine giremeyen, ama geniş kitleleri memnun eden filmler de “En İyi Film Adayı” payesiyle onurlandırılmış olacaktı. (Popüler filmlerin adaylığı sayesinde ödül töreni yayınının reyting kazanacak olması da cabasıydı.)
Bu kararın uygulandığı 2009 ve 2010 adaylıklarında Up, Toy Story 3, District 9 gibi hoş sürprizlerle karşılaşsak da, The Blind Side gibi bazı vasat filmlerin sırf “10 adaylık kontenjan dolsun” diye seçildiği son derece barizdi, bu durum çirkin biçimde göze battı.
Bunun üzerine bu sene yeni bir sistem geldi: Artık aday sayısı 5 ila 10 arasında herhangi bir sayı olabilirdi. Ama filmin adaylık kazanması için, üyelerin en az %5’inin tercih listesinde 1. sırada olması gerekiyordu. Yani şöyle diyelim: Artık bir filmin aday olması için “filmi biraz seven 1000 kişi” değil, “filmi gerçekten çok seven 250 kişi” gerekliydi.
Bu koşullarda, bu sene için beklentiler, 6 veya 7 filmin adaylık alacağı yönündeydi. Bunların arasında The Artist, Hugo, The Descendants, Midnight In Paris ve Moneyball garantiydi; geri kalan The Girl with the Dragon Tattoo, War Horse, The Tree of Life ve Tinker, Tailor, Soldier, Spy filmlerinin akıbeti hakkında kesin bir tahmin yoktu.
Akademi bugün herkesi şaşırtarak 9 aday açıkladı. “Artık vasat film istemiyoruz” diyerek “10 aday” sınırlamasını kaldıran Akademi, 9 aday birden gösterek ve bunların arasında kimsenin hesaba katmadığı, son derece kötü eleştiriler alan Extremely Loud & Incredibly Close’a yer vererek, son derece şaşırtıcı ve şapşalca bir iş yaptı diyebiliriz.
Şu andaki RottenTomatoes.com ortalaması %48 olan Extremely Loud & Incredibly Close, yönetmen Stephen Daldry’nin dördüncü filmi. Daldry, bugüne kadar çektiği 3 filmiyle de (Billy Elliot, The Hours, The Reader) “En İyi Yönetmen” adaylığı alarak kusursuz bir seri yakalamıştı. Akademi, görünüşe göre Daldry’e gerçekten tapıyor olmalı! Bu sene de yönetmenin kendisine olmasa da, filmine kocaman bir “En İyi Film” adaylığı vererek gönlünü almayı ihmal etmedi.
> Oyuncular: Dışarıda kalanlar, içeri girenler
Adayları tahmin ederken, geride bıraktığımız 3 ay içinde dağıtılan eleştirmen ve birlik ödüllerine bakarız genelde. Buna göre aday olması beklenen Albert Brooks (Drive), Tilda Swinton (We Need to Talk About Kevin) , Michael Fassbender (Shame), Shailene Woodley (The Descendants), Michael Shannon (Take Shelter), Leonardo DiCaprio (J. Edgar) gibi isimlerin aday olamayışı, Akademi’nin başına buyruk bir tavır sergilemeyi ve şaşırtmayı sevdiğinin adeta kanıtı gibi. (Ki genelde pek de beceremezler şaşırtma işini.)
Rooney Mara (The Girl with the Dragon Tattoo) ve Gary Oldman (Tinker, Tailor, Soldier, Spy) ise yarışa geç başlayıp önde bitirenlerden; adaylık çevrelerinde ikisinin de adı son birkaç haftaya kadar pek geçmiyordu, fakat Mara “yıldızı yeni parlayan genç kadın oyuncu” kartını, Oldman da “yıllardır Oscar alamamış, artık zamanı gelmiş usta oyuncu” kartını çok iyi kullandılar.
Özellikle “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” kategorisinde yarışı şimdiye kadar önde götüren Christopher Plummer’a (Beginners) rakip olabilecek tek aday olan Albert Brooks’un yerine Extremely Loud & Incredibly Close’dan Max von Sydow’un aday gösterilmesi en büyük sürprizlerden biri oldu. (82 yaşındaki von Sydow da, “yıllardır Oscar alamamış usta oyuncu” kontenjanından.)
Tabii bir de, günün birinde “Oscar Adayı Oyuncu” etiketini alacağını asla hayal bile edemediğimiz Jonah Hill (Moneyball) ve Melissa McCarthy (Bridesmaids) var. Akademi, hafif komedi oyuncularının performanslarını son derece düşük beklentilerle izler ve oyuncuda azıcık derinlik görürlerse basarlar adaylığı (hatta bazen ödülü – bakınız Sandra Bullock). Bu iki adaylığın da hak edilmemiş olduğunu düşünüyorum; özellikle Bridesmaids’in niye sevildiğini asssla anlayamayacağım (Film “En İyi Orijinal Senaryo” adaylığı da kazandı).
> “Animasyon” dalında neler oluyor?
The Adventures of Tintin’in akıl almaz yok sayılışı, aslında çok şey anlatıyor. Akademi, “motion capture” teknolojisini nasıl değerlendireceğine hala karar verebilmiş değil. Bu yöntemle çekilen Tintin’in aday olamayışı, Akademi üyelerinin bu yeni tekniği “gerçek animasyon” olarak görmediğini iyice ortaya çıkardı. “Teknik kriteri sağlamama” gibi bir durum değil bu; çünkü film, Aralık ayında açıklanan “adaylığa uygun filmler” listesine dahil edilmişti. Tamamen “üyeler tarafından ciddiye alınmama” durumu var ortada: Yani kabul edilemez bir durum.
Ayrıca, “motion capture” teknolojisini “gerçek animasyon” olarak görmeyen Akademi, Rise of the Planet of The Apes’te yılın en iyi performanslarından birini sergileyen Andy Serkis’i de “motion capture” teknolojisini “gerçek oyunculuk” olarak görmediği için yok saydıysa, Akademi bu teknolojiyi ne olarak görüyor?!
Animasyon değil, oyunculuk değil; ne o zaman lan bu, it!
Yorumlarımıza devam edeceğiz.