22 Ocak 2012 Pazar

Sinema: The Descendants


2008’den beri her sene Oscar’a aday olan / olabilecek bütün filmleri izliyorum ve kendi çapımda yorumluyorum. Bunu son derece zevk alarak yapıyorum. Bu sene benim dördüncü senem, ve bence bütün filmleri izlediğim dört yıl içindeki en kötüsü. Birkaç iyi film olsa da, genel olarak “sevdiğim filmler” listeme alabileceğim bir tane bile film çıkmadı; yarışta adı geçen filmlerin çoğuna bir türlü ısınamadım. Neredeyse hiçbiri “Oscar adayı” etiketini hak ederek taşıyacak nitelikte değil.

The Descendants’ı izledikten sonra da fikrim değişmedi, hatta mümkünse daha da karamsar bir ruh halindeyim. The Descendants klişelerle dolu, belli bir formüle göre yazılmış, ve bunu “farklı” diye yutturmaya çalışarak seyircinin zekâsına hakaret eden vasat bir karmaşa.

George Clooney’nin canlandırdığı Matt King, bir kaza sonucu komaya giren eşinin kurtulamayacağını öğrenen, iki çocuk babası bir avukat. Çocukları elbette sorunlu. Küçük kızı Scottie “dikkat çekmek isteyen şımarık çocuk” kalıbını, büyük kızı Alexandra ise “dikkat çekmek isteyen – içki ve uyuşturucuyla yoldan çıkmış – şımarık ergen” kalıbını dolduruyor. Hiç hesapta yokken full-time çocuk bakımı üstlenen her Hollywood karakteri gibi, Matt King de bu yeni görevini “Ben buna hazır değilim, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum” gibi cümlelerle karşılarken, filmin sonunda kendisinin bütün sorunları çözüp çocuklarıyla bir sevgi yumağına dönüşeceğini hepiniz anlamış oluyorsunuz. Bir de Alexandra’nın filme komedi unsuru getirsin diye eklenmiş bir erkek arkadaşı var. Dramatik görünen bütün sahnelerde arka plandan çıkıp – aslında hiç de komik olmayan – bir şeyler söyleyeceğine emin olabilirsiniz. Hani o acı-tatlı, afacan indie atmosferini yakalayacağız ya, o yüzden.

Filmin bu tanıdık tabloya eklediği öğe, karısı komada son günlerini yaşayan Matt’in, aldatıldığını öğrenmesi. (Kaldı ki bu öğe de, Steven Soderbergh’in bu seneki filmi Contagion’ı hatırlayanlar için hiç de yabancı değil. Ya da Defne Joy Foster’ı.) Matt, çocuklarını da yanına alarak, karısının kendisini aldattığı adamın peşine düşüyor. Çünkü bu tam bir aile aktivitesi ya. Evet.

“Eşini kaybeden baba” konusuyla paralel giden ikinci konu ise, bir toprak satışı ile ilgili. Matt atalarından miras kalan son derece değerli bir araziyi, otel yapımı için satmak üzere. Bu arazinin “aile değerlerini” sembolize ettiğini ve filmin sonunda Matt’in araziyi satmaktan vazgeçerek bir anlamda karısını affetmiş olacağını, bu durumun seyirciye izah edildiği ilk sahneden itibaren anlamıyorsanız, yeterince kötü romantik film izlememişsiniz demektir (ki tebrik ederim, eminim bu sürede hayatınızda çok daha faydalı işler yapmışsınızdır).

Her şey o kadar zorlama ki. Zaten karikatürize edilmiş bütün yan roller, belli bir noktadan sonra var olan klişe karakterlerini de kaybedip, sadece George Clooney’i final hesaplaşmasına taşıyan kukla araçlara dönüşüyorlar. “Miras kalan arazinin satışı” metaforu incelikten uzak biçimde, gözümüze soka soka veriliyor. Film hüznü beceremediği gibi, güldürmeyi de beceremiyor. (Film ikisini de son derece acemice yapsa da, güldürmeye çalıştığı sahneler, ağlatmaya çalıştığı sahnelerden daha felaket.)

Evet, birtakım güzellikler var. George Clooney, son derece klişe bir rol de olsa, en azından hakkını vererek oynamış; hayatı beklenmedik biçimde tepe taklak olan stresli baba rolünü, abartıya kaçmadan, incelikle ele almış. “Aldatılan diğer eş” rolündeki Judy Greer da iyi. Kameranın yakaladığı bazı güzel anlar da var (Alexandra’nın sualtındaki isyanı, Matt’in kalabalık bir lokantada yaşadığı çöküntü anı gibi).

Ama işte o kadar. Bu zorlama numaralarla dolu filmin bu senenin ciddi Oscar adayları arasında adı geçiyor olması beni kahrediyor ve yaptığım işin manasını sorgulatıyor.


10 üzerinden 4

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder