16 Ekim 2011 Pazar

Filmekimi 2011: A Dangerous Method


***Spoiler içerebilir.***


Diğer ülkelerde de yapılan bir şey mi bilmiyorum; ama yabancı filmler Türkiye’ye getirilirken özenle ısrar edilen bir uygulama var: Filmin adını “aptallaştırmak”… Hadi “aptallaştırmak” demeyelim de, “ticarileştirmek” diyelim. Eğer bir film romantizm içeriyorsa ve kadınlara pazarlanıyorsa, filmin Türkçe çevirisinde muhakkak “aşk” sözcüğü geçmelidir (“Pride and Prejudice” – “Aşk ve Gurur”! “Notting Hill” – “Aşk Engel Tanımaz”! “Sweet November” – “Kasım’da Aşk Başkadır”! “No Reservations” – “Aşk Tarifi”!). Eğer filmde erotizm varsa ve gençlere pazarlanıyorsa “seks” (“Cruel Intentions” – “Seks Oyunları”!), eğer gerilim varsa “ölümcül” (“Snakes on a Plane” – “Ölümcül Kargo”!), hatta eğer dağıtımcı şirket yaratıcı bir günündeyse aklınıza gelebilecek her şey – ama neredeyse asla filmin adının Türkçe’deki tam karşılığı değil. Bu özgür çeviriler arasındaki favorim, 1985’te Madonna’nın o sıralar yeni patlayan şöhretini gişe başarısına dönüştürmeye çalışan cingöz bir stüdyonun, başrolünü ünlü şarkıcıya verdiği “Desperately Seeking Susan” filmidir: Türkçesi, “Çılgın Madonna”! (söylemeye gerek yok ama, filmde Madonna’nın canlandırdığı karakterin adı Madonna değildi.)

Dağıtımcı şirketlerin filmleri olabildiğince geniş bir kitleye pazarlamak için bunu tercih ettiğini, kimi İngilizce deyimlerin birebir çevirisinin zor olduğunu veya bir film adı olarak “şık” durmadığını anlıyorum. Ancak yukarıdaki örneklere benzeyen bazı Türkçe çeviriler, sanki “Filmin adında ‘aşk’ yoksa Türk izleyicisi o filmin romantik film olduğunu anlamaz” gibi kompleksli bir anlayışın ürünüymüş gibi hissettiriyor.

David Cronenberg’in yeni filmi A Dangerous Method da benzer bir mantığa kurban gitmiş: Filmin adı “Tehlikeli İlişki” oluvermiş! (Dağıtımcı şirket “Heyyy Türk izleyicisi, bakın bu filmde ilişki var ona göreee!” demek istemiş herhalde.)

Filmin Filmekimi’ndeki ikinci gösterimine katılım yoğundu. Gerçi elbette, arkasında ünlü isimler taşıyan ve etrafında ödül söylentileri dolaşan filmlerin tamamı kapalı gişe oynuyor Filmekimi’nde. Aynı sayıda filmle bir yerine iki haftalık bir festival düzenlense, eminim aynı filmler gene kapalı gişe oynardı ve herkes rahat rahat alırdı biletini; ama bilet satışları salonların kirasını karşılamıyor herhalde. İKSV, bütün Lale Kart sahiplerinden beşer lira daha toplasa bu parayı bulurdu belki? Kaç kişinin kartı var hiçbir fikrim yok ama Lalecilerin ön sipariş sürecinde kapattığı gösterimleri düşündükçe sanki bu öneri mümkünmüş gibi geliyor. (Gerçi böyle bir durumda ikinci haftanın bütün gösterimlerini de Lale Kart’lılar doldururlar ve biz sıradan insanlar için hiçbir şey fark etmezdi.)

Filme dönelim. A Dangerous Method, yönetmen David Cronenberg’in 2000’lerdeki diğer işlerinin yanında belki biraz ham kalan, belki olması gerekenden daha geveze, fakat buna rağmen işleyen, tahrik edici bir film.

Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda açılan filmde, genç ve heyecanlı psikiyatr Carl Jung, bastırılmış cinsel dürtülerinden belirgin bir şekilde muzdarip genç ve güzel Sabina Spielrein’ı, üstat Sigmund Freud’un o yıllarda yeni yeni geliştirdiği psikanaliz yöntemini kullanarak başarıyla tedavi ettiğinde, Freud’a duyduğu mesleki hayranlık daha da artar. Freud’un veliahdı olarak görülen psikiyatr Otto Gross’un (Vincent Cassel) hem mesleki anlamda, hem de özel hayatında “yoldan çıkıp” sahneden çekilmesiyle, Jung kendini Freud’un kanatları altında bulur; ikili birbirlerinin evine girip çıkar, aileleriyle tanışır ve beraber seyahat ederler. Freud’un insan davranışlarının temelinin cinsellikten geldiğini savunan görüşleri, Jung’un cinselliğin insan motivasyonunun birçok öğesinden yalnızca biri olduğunu savunan fikirleri ile çelişse de, Jung sesini çıkarmaz.

Ama sonra, Otto Gross’un içinde bulunduğu durumu görürüz. Otto dünya ile tanışmıştır. Özgür ruhlu, nefsine düşkün, rahat biri olmuştur. Freud’un cinsellikle ilgili saplantıları olduğunu düşünmektedir ve ona duyduğu saygıyı yitirmiştir. Carl Jung’un Otto Gross ile tanışmasının, Sabina’nın ilan-ı aşkı ile aynı zamana denk gelmesi, filmin dönüm noktası olur: Jung, baba figürü olarak gördüğü Freud ile köprülerini atıp Sabina ile beraber adeta cinselliğini yeniden keşfeder.

Sonrasında bu ilişkiyi bitirdiğinde anlar ki, Sabina’ya sahip olmak onu Freud karşısında üstün kılmayacaktır. Vicdanını keşfeden Jung, ailesine ve çocuklarına geri döner; ama genç ve heyecanlı psikiyatr olarak değil, içine kapanık bir yetişkin olarak.

Filmdeki “tehlikeli ilişki”, evli ve çocuklu Carl ile hastası Sabina arasındaki ilişki değil. Filmdeki “tehlikeli ilişki”, ustasının yeteneğini sorgulamaya başlayan çırak Carl Jung, onu tetikleyen küskün psikanalist Otto Gross, zeki ama sabit görüşlü Sigmund Freud arasındaki üçlü ilişki. İd, ego ve süper-ego. (Bu filme bu adı layık gören dağıtımcı şirketin bunu düşündüğünü sanmıyorum!)

Bu hikayenin tanıdık bir kalıba oturabildiğini fark ettiğinizde ise, film bambaşka, adeta ironik bir anlam kazanıyor. O kalıp, Freud’un psikoseksüel gelişim kuramından başkası değil!

Freud’un “bütün davranışların kaynağı cinselliktir” fikrine katılmayan Jung, hayat hikayesinin baştan sona Freud’un psikoseksüel gelişim kuramını takip ederek anlatılabildiğini görseydi, ne kadar kızardı acaba?

Hatırlayalım, Freud’un psikoseksüel gelişim kuramı 5 fazdan oluşur: Oral dönem, anal dönem, fallik dönem, latens dönem ve genital dönem.

Genç Jung, daha ilk yıllardan itibaren Freud’un cinsellik saplantısını eleştirse bile, ses çıkarmıyor, pasif kalıyor; kendi karşıt görüşleri olmasına rağmen (baba figürü olarak gördüğü) Freud’un elini bırakamıyor: Oral dönem (oral fiksasyon). “İd” rolünü oynayan Otto’nun manipülasyonuna boyun eğen Jung, zevkine düşkün, kaygısız birine dönüşüyor: Anal dönem (anal dışavurum). Jung, Sabina ile daha önce hiç tatmadığı cinsel zevkleri keşfederken, neredeyse eşzamanlı biçimde, Freud’un teorisinde doğru bulmadığı tarafları dile getirecek, onunla köprüleri atacak gücü de buluyor: Fallik dönem (Oedipus kompleksi). Sabina ile kurduğu ilişkinin yanlış temellere atıldığını fark ettiğinde, geriye utanç ve suçluluk duygusu kalıyor; genç bir doktor, yetişkin bir adama dönüşüyor: Latens dönem. Ömrünün geri kalanını ise, kendini baba figüründen soyutlayarak, ona Freud’dan bağımsız bir ün kazandıracak kuramlarını yazarak geçiriyor: Genital dönem.

Freud’un bu kuramına tanıdık değilseniz, bu dönemleri ve kavramları önce birazcık araştırın. Sonra da başta konuyu özetlediğim o üç paragrafı bir de bu gözle okuyun veya filmi böyle izleyin. Kesinlikle etkileyici!

Yani anlayacağınız, hem yapısal, hem de görsel olarak (film boyunca çeşitli fallik ve yonik imgeler için gözünüzü dört açın) son derece Freudyen bir film var kaşımızda.

Ama hikaye, gene de Jung ve Spielrein’ın hikayesi. Michael Fassbender ve Keira Knightley, inandırıcı oyunculuklarıyla bu karakterlerin yüzeysel görünen motivasyonlarını ikna edici kılıyorlar. Freud rolündeki Viggo Mortensen de, belki Eastern Promises’teki kadar değil ama, gene çok iyi.

Yapısı üzerinde belli ki çok kafa yorulmuş bu filmin kötü yanı, kerametini belli etmek için çok sabırsız olması. Jung’un Sabina ve Freud’la olan ilişkileri arasındaki paralellikleri keşfetmek, bütün filme hâkim olan cinsellik tartışmasına katılmak gibi keyifli işleri seyirciye bırakamıyor sanki; her şeyi kendi yapmak istiyor. Haliyle bir noktada yorucu hale geliyor.

Ama yanılmayın: Sembollerle yüklü, üzerinde sıkı çalışılmış ve iyi oynanmış bir film var karşımızda. Hem içeriğin, hem de anlatımın tek bir öğe etrafında kurulduğu; DNA’sında tartışma ve sorgulama yatan bir film. Kısacası David Cronenberg, A History of Violence’ta şiddet için yaptığını, bu filmde cinsellik için yapmış.


10 üzerinden 7.5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder