10 Ekim 2011 Pazartesi

Filmekimi 2011: Sleeping Beauty


Film festivallerini pek severim. Eşe dosta “Tanrım inanmıyorum ne kadar da entelektüel bi insanım!” demenin en ucuz yoludur! Ama işte bunu bilen tek kişi ben değilim elbette. Özellikle reklamı yapılan, büyük sponsorlu festivaller şehrimizin bütün “entellerini” birbirine düşürür her sene. Biletler adeta kapışılır, geniş dağıtıma girse boş salonlara oynayacak filmler kapalı gişe oynar.

Bu noktada bir paragraf açıp belirtmek isterim ki, festival izleyicisini küçük görmek gibi bir gaflet içinde değilim. Festival izleyicisine bayılırım. Festival izleyicisi, hangi sebeple bilet almış olursa olsun, ufku açık ve meraklı sinemaseverdir.

Filmekimi biletlerinin de kapış kapış gideceğini tahmin ediyorduk. Biletlerin satışa çıktığı sabah için planımız önceden hazırdı: Seçtiğimiz gösterimlerin yarısını ben, yarısını da arkadaşım alacaktı; böylece aynı anda iki koldan saldıracak, biletler tükenmeden istediğimiz bütün filmleri görebilecektik, nihohahaha!

El ele verip bizim kusursuz planımızı (!) bozan iki faktör oldu: Lale Kart ve Biletix! (Cumartesi sabahı yatağımdan kalkıp gişeye gidecek kadar azimli bir sinemasever değilim.) Lale Kart olayını makul karşılayabilirim, sonuçta bu izleyiciler parasını ödeyip özel bir kulübe dahil olmuşlar. Gerçi Melancholia’nın (Lars von Trier! Cannes ödüllü! Aman kaçırmayalım!) bütün gösterimlerinin bu kulübün tanışma toplantısı olarak geçecek olmasından memnunlar mı, sormak isterim!

Ama Biletix’i affetmeyeceğim! Koltuk seçmek mümkün değil; “Sistem sizin için en uygun koltuğu otomatik olarak seçecektir” mesajı ise, sistemin “uygun koltuk” algısının “sinema salonunun en önü” olduğunu öğrendiğinizde absürt bir anlam kazanıyor. Bileti teslim almak için koydukları bin bir farklı şarttan bahsetmeyeceğim bile, ama siz gene de muhtardan ikametgah belgelerinizi alın bir köşede dursun, bunların yarın öbür gün ne isteyeceği belli olmaz!

Sonuçta önceden belirlediğimiz dört filmin üçüne, tamamı en ön sıradan olmak üzere bilet alabildik! Sanırım “buna da şükür” demeliyim: Cumartesi günü Nişantaşı City’s’deki Sleeping Beauty gösteriminde salona giremeyen bir hanımefendinin öfkeli argümanları, neredeyse hiç müzik kullanılmayan sessiz mi sessiz, durağan mı durağan filmimizin açılış sahnelerine bir nebze olsun heyecan getirdi.

Keşke aynı heyecan, filmin devamında da olsaydı!

Beni yanlış anlamayın; sessiz ve durağan filmlerle bir sorunum yok, sığ bir izleyici değilim. Fakat böyle filmlerdeki durağan sahneler, bu anlara yüklediğiniz anlam kadar etkileyicidir. Sleeping Beauty, iyi kullandığı soğuk estetik anlayışına ve minimalizm fikrine hiçbir şey yüklemeyen, kendini fazla ciddiye alıp bu iddianın altında ezilen mutsuz bir film.

Hikaye genç üniversite öğrencisi Lucy’yi anlatıyor. Lucy’nin paraya ihtiyacı var. Çok paraya ihtiyacı var. Ne kadar çok paraya ihtiyacı var? O kadar çok paraya ihtiyacı var ki; tıbbi bir çalışmada denek, bir öğrenci barında garson, bir işyeri ofisinde fotokopici, bazı gecelerde de fahişe olarak çalışmasına rağmen, gene de daha çok paraya ihtiyacı var. (Veya yok! Bir sahnede bir işten aldığı paranın yarısını çakmakla yakarken görülüyor! Neden? İncelenmiyor.) İşte bu sebepten ötürü, gazeteden bulduğu yüksek maaşlı “birinci sınıf seks köleliği” işi tam da Lucy’ye göre! Bu alandaki kariyerine “süper zengin kodamanlara çıplak yemek servisi yapmak” ile başlayan Lucy, kısa sürede terfi ediyor ve ilaçla uyutulmuş bedenini, aynı zengin kodamanlara gecelik olarak kiralamaya başlıyor! (“Her şey serbest ama penetrasyon yok!”) Bol bol Lucy rolündeki Emily Browning’in çıplak vücudunu izliyoruz. (Bunun filmi izlemek için yeterli bir sebep olduğunu düşünüyorsanız, “açmayın dedeler!” demek istiyorum; zira sözünü ettiğim zengin yaşlı kodamanlar da çıplak!) Bu Lucy’nin bir de hasta arkadaşı var. Bu kişiliğin filmdeki fonksiyonu neydi gerçekten bilmiyorum!

Bu kadar. Üstteki paragrafı okuduysanız filmde olan her şeyi öğrendiniz! Aynı hikayeyi daha güzel incelese aslında çok şey anlatabilecek olan film, yönetmenin estetik merakı ve “uzun ve anlamsız sahneleri arka arkaya koyarsam bir şey anlatıyormuş gibi görünürüm” yanılgısı yüzünden, çok az şey soran ve hiçbirine cevap vermeyen bir kamera egzersizine dönüşüyor. Belirgin hiçbir motivasyonu olmayan karakterler, filme dahil olmanızı engelliyor ve uzaktan bakmaya zorluyor. Lucy’ye acımıyorsunuz bile. Filmin sonunda anlıyorsunuz ki, filmin adındaki “uyuyan güzel”, bu filme bütün iyi niyetinizle gelip karşınızda son derece boş ve uyku getirici bir auteur özentisi bulan kendinizsiniz. Geçmiş olsun!


10 üzerinden 2

1 yorum:

  1. 10 Ekim 21:30 seansında filmi izlemiş oldum ve bin pişman oldum. Psikoloji üzerine yoğunlaşan filmleri severim, sahnelerin ağır işlemesi o insanı içine alan halleri beni her zaman çekmiştir. Ancak bu film, kesinlikle felaketti.
    Son ana kadar içimde bir umut, işte şimdi her şey çok güzel olacak inancı devam etti. Ancak yanıldım. Bu kadar ağır bir mesaj kaygısı misyonunu edinip, "Küçük Lucy'nin acıları" temalı bir film yapmak isteyen film ekibi, bizimle beraber aynı salonda olup, filmin sonunda insanların kahkahalarını duysa ne düşünürdü/hissederdi gerçekten merak ediyorum.

    YanıtlaSil