29 Ekim 2011 Cumartesi

Filmekimi 2011: The Artist


Filmekimi haftasının bitmesine birkaç gün kala, bir filme daha niyetlendim. Bir gece önceden Biletix’e girip baktım, elbette yer kalmamıştı. Ertesi gün okuldayken şansımı gene denedim, tekrar Biletix’e baktım; ve o da ne! Bilet vardı! Hem de yan yana iki bilet bile vardı! Hemen ikisini de aldım.

Önceki üç filme de arkadaş grubumla gittiğim için, “nasılsa içlerinden biri bu filme de gelir” diye düşünerek, kimseye sormadan almıştım ikinci bileti.

İçlerinden bir tanesini arayıp sordum.

“Filmekimi’ne iki bilet daha buldum, gelir misin?”

“Yaa, hangi film?”

“Şey, işte, siyah-beyaz sinema dönemini anlatan – ”

“Yarın meşgulüm!”

ÇAT! Telefonu kapatma efekti.

Gidip başka bir arkadaşıma sordum.

The Artist’e iki bilet buldum!”

“Artist mi? Hangi film o?”

“Süper bir Fransız filmi – ”

“Yarın sınavım var!”

ÇAT! Kapıyı kapatma efekti.

Bir başkasına sordum.

“İşte The Artist diye bir film, sessiz sinema kültürüne bir saygı duruşu – ”

ÇAT! Tokat efekti.

The Artist’e gelir misin?”

ÇAT! Terlik fırlatma efekti.

ÇAT! Kitabı kafama vurma efekti.

ÇAT! Uçan tekme efekti.

Hepsini yaşadım!

Meğer bir filmi anlatmak için “Sessiz, siyah-beyaz, ve Fransız!” sıfatlarını art arda kullandığınızda, kimseyi sizinle gelmeye ikna edemiyormuşsunuz!

Ağrıyan yanağım, sızlayan böğrüm ve kırık kalbimle eve doğru yürürken, düşünmeden edemedim: Popüler sinema kültürü bütün izleyicileri sadece büyük bütçeli modern filmlerden zevk alabilen ruhsuz robotlara mı dönüştürdü, yoksa ben mi bütün arkadaşlarımı yanlış seçtim?

Ya da aslında ben de arkadaşlarım gibiydim ama kendimi bu filmi görmeye zorlayarak “çakma entel” olmaya bir adım daha mı yaklaşıyordum?

Bilemiyorum. Bildiğim şey şu: “1920’li yılların sonunda sessiz sinema devri kapanmış, yeni ve heyecan verici sesli filmler bütün izleyicileri etkisi altına almıştır. Sessiz sinemanın bir numaralı jönü George Valentin, neredeyse bir gecede gözden düşüşünü şaşkınlık ve öfkeyle karşılar ve kaybetmeye mahkûm olduğu bir mücadeleye girişir. Yardım en beklenmedik yerden gelecektir: Sesli sinemanın genç yıldızı Peppy Miller. Fransız yapımı The Artist, anlattığı dönemdeki filmler gibi sessiz ve siyah-beyaz çekildi.” şeklindeki satış sunumum, etrafımdaki hiçbir arkadaşımı ikna edemedi!

Filmi tek başıma izledikten sonra (diğer bileti gişe kuyruğunda tanımadığım birine sattım) en azından şunu söyleyebilirim ki; bu satış sunumu son derece yanıltıcıymış. The Artist kaygısız bir eğlence vaat eden, hikâyece seyrek bir senaryoyu stilize anlatımıyla yutturan, “cici” bir film.

“Cici” kelimesini seçerek kullandım. Çünkü evet, film sevilebilir karakterlere sahip. Evet, George Valentin harika bir “salon adamı” karikatürü. Evet, köpeği Jack muhtemelen dünyanın en yetenekli köpeği ve göründüğü bütün sahnelerde herkesten rol çalıyor. Evet, Peppy Miller’ın gerçek bir Hollywood starlet’i olduğuna inanmak çok kolay. Daha ne diyeyim, film eğlenceli film. Bütün salon kahkahalarla izledi desem yeridir. (Gelmediğinize pişman olun, hayırsızlar!)

Fakat… Belki de benimsediği sessiz film formatı yüzünden hikâyesinde asla derinleşemeyen film, bir noktadan sonra bütün yükünü bu üç karakterin sevimliliğine yüklüyor. Ve işte, olur da benim gibi “cici” kelimesindeki yapmacık tarafı fark ederseniz, film sarkmaya başlıyor. Sessiz film formatının gerektirdiği aşırı vurgulu oyunculuklar gözünüze batıyor. George Valentin rolündeki Fransız aktör Jean Dujardin, karakterinin yaşadığı değişimi sadece yüz ifadelerini kullanarak pekiyi yansıtıyor ama, her şey o kadar düz ki, oyuncunun üstün performansı bile tahmin edilebilir bir hale geliyor.

Belki de bu “düz” yapıyı bozmak için eklenmiş gibi görünen birkaç hayal sahnesi var. Bu sahnelerde, yönetmen bütün film boyunca azimle benimsediği “siyah-beyaz-sessiz” formatını bile isteye kırıyor. Filmini o dönemin filmlerine benzetmek için bu kadar emek harcayan bir yönetmenin, belli noktalarda durup “bakın, ben aslında buradayım!” demesi, seyirci için bir illüzyondan uyanma etkisi yaratıyor. O ana kadar sanki gerçekten de 1927 yapımı bir film izleyip samimi olarak keyif alan seyirci, araya serpiştirilmiş bu sahneleri görüp aslında hala 2011 yılında olduğunu fark edince anlıyor ki; iyi sinema zamansız sinemadır.

İyi sinema zamansız sinemadır…

Gerçekten de, Filmekimi 2011’de filmi izleyen kalabalık salonun kahkahaları, film içindeki filmi izleyen 1927 yılındaki kalabalık salonun kahkahalarıyla karışırken, bu gerçeği iliklerinize kadar hissediyor, tuhaf bir tatmin duygusu yaşıyorsunuz…

Bu filmi böyle kalabalık bir salonda izlemek, boş bir salonda veya evde tek başına izlemekten kesinlikle farklı; bambaşka bir deneyim, bir ayrıcalık. Filmekimi’nin aşırı hevesli seyircisi film bittiğinde yazıları alkışladığına göre, (ki yazıları alkışlamak hiç anlamadığım bir şeydir ve bence her zaman gergin bir tuhaflık yaratır!) önyargısız kitleleri memnun eden bir film var karşımızda.

Fakat gene de söylemeden duramıyorum: Yapımcı herhalde önce senaryoyu değil de, “siyah-beyaz sessiz film dönemine göndermelerle dolu bir film yapalım” fikrini bulmuş; sonra da bu formatta kolay anlatabileceği herhangi bir hikâyeyi seçmiş. Güzel ve büyük bir saksıyı, sulu ve gevşek bir toprakla doldurmuş. The Artist, bu saksıda yükselen bir çiçek gibi; bakması hoş, ama dayanıksız.

Hikâyeniz sağlam ve zengin değilse, orijinal anlatım tekniğiniz her şeyi kurtarabilir mi? Bu filmin önümüzdeki aylardaki başarısı, bu sorunun cevabını verecek.


10 üzerinden 7.5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder