30 Ekim 2014 Perşembe
20 Ekim 2014 Pazartesi
Filmekimi 2014: Force Majeure
Dürüst bir özeleştiri: Kişisel film izleme alışkanlığımın en büyük handikabı, (İngilizce olanlar haricindeki) güncel yabancı filmleri çoğunlukla ihmal ediyor olmam. Bu sene, biraz bunu değiştirmek, biraz da fevkalade işsiz olduğum için, Filmekimi’nde Avrupa kökenli birçok film seyrettim.
İsveç’in
“En İyi Yabancı Film aday adayı” olduğundan başka hiçbir şey bilmeden izlediğim
Force
Majeure, veya Turist, 2014’ün en soğuk ve en heyecan verici drama filmlerinden
biri.
İki çocuklu bir ailenin (ultra lüks) bir kayak tatilinde başından geçenlere
şahit oluyoruz. Beş günlük tatilin beş epizot olarak anlatıldığı film, bu
yapıdan da güç alarak, son derece temiz ve kendinden emin bir ritimle
ilerliyor.
Filmdeki çatışmayı su yüzüne çıkaran kilit sahne,
ikinci epizotta geliyor. Fragmanda ve özetinde yer alsa da, spoiler açarak yazacağım. [SPOILER] Aile dağ manzarası eşliğinde sakin
ve sıradan bir yemek yerken, üstlerine yaklaşan çığ ile, bu steril ortam birdenbire savaş alanına dönüyor. [/SPOILER] Tek plan çekilen bu enfes sahne,
kadın ve erkeğin olası bir kriz anında bambaşka tepkiler verebileceği, ve bunun
erkeğin egosu ve kadının sadakat ve sahiplenme duyguları
üzerinde ne gibi yaralar açabileceği ile ilgili, detaylı ve korkusuz bir
incelemenin başlangıcına sebep oluyor.
İki tarafın da tavırlarına ister istemez hak
verdiğimiz bu “kadın vs. erkek”
tartışması, görkemli görüntü
yönetimi ve merak uyandırıcı temposunu korumaya yönelik akıllı vuruşlarıyla (karı kocanın misafirleri önünde tartıştığı
sahne, tam “uzadı” diyeceğiniz anda, öyle bir biçimde bitiyor ki… aklım
yerinden çıktı diyebilirim), sinemada, senaryosunun soğuk dağ eteklerinde
kaybolarak izlenmeniz gereken bir film.
10
üzerinden 8,5
19 Ekim 2014 Pazar
Filmekimi 2014: Mommy
İnternette sinema üzerine yazılar yazarak sesini duyurmaya çalışan 78 bilyon kişiden biri olarak, zaman zaman karşılaştığım bir sorun var: Herkesin pek bayıldığı, çeşitli ortamlarda coşkuyla reklamını yaptığı bir filmi eleştirirsem okuyucu kaybeder miyim?!
2014 yapımı Kanada filmi Mommy, henüz yalnızca
Filmekimi’nde görüldüğü için, Türk sinema izleyicisi çevresinde bir Amélie, bir The Shawshank Redemption dokunulmazlığına erişmemiştir diye tahmin
ediyorum (hele bir torrent’e düşsün ondan sonra görün!).
Ama şimdiden, hatta bilet kuyruğunda arkamda
bekleyen iki hanımefendinin “Bu filmi görmeyi çok istiyordum, hem biliyosun Jüri
Ödülü aldı, hem de çok sevecekmişim gibi
geliyor!” şeklinde gelişen sohbetlerine kulak misafiri olduğumdan beri, ilginç
bir lobinin oluştuğuna şahit oluyorum. “Sinemanın dahi çocuğu!”, “Bitince koltuğumdan
kalkamadım,” gibi yorumlar gırla gidiyor.
Bir taraftan, bu filmin niye bu denli abartılı
duygusal bir şekilde sahiplenildiğini anlayabiliyorum. Dul bir annenin,
sorunlu ergen oğluyla olan sorunlu ilişkisini, sorunlu komşusunun yardımıyla hayatını
yoluna sokma çabasını anlatan film, “aile bağları”, “fakirlik”, “intihar” gibi
son derece bildik temaları, son derece tanıdık ritimlerle işliyor. Ortaya
seyircinin kolaylıkla kendinden bir şeyler bulabildiği, hassas duygu noktalarımıza
açgözlülükle tecavüz eden bir film çıkıyor.
Diğer taraftan, “Bu
iyi bir şey mi?” diye sormadan edemiyorum. Çünkü filmin bu amacını fark
ettiğiniz anda, bu amaca ulaşmak adına kullanılan teknikler dayanılmaz hale geliyor.
Hikâye ve karakterlerin son derece tahmin edilebilir
olmasını bir yana bırakalım. Yönetmenin “hikâyeyi
ilerletmek için” sıklıkla kullandığı, popüler şarkılarla bezenmiş (ilham
verici!) kaydırma planları… Hangi duygusal efekti yaratmak için kullanılacağını
daha Nişantaşı’ndaki sinema salonuna ulaşmadan, Osmanbey’de metrodan çıkarken
anladığımız 1:1 çerçeve oranı oyunu… Ciddiye alınmak istenen bütün hipster filmlerin tembelce bağrına
bastığı “dram” öğeleri…
Hepsi bir noktada o kadar fazla geliyor ki, “dahi çocuk” yönetmenin arada bir kameraya gözüküp
“ÖDİPUS!!!!” diye bağırmadığına
şükretmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.
10
üzerinden 4
Filmekimi 2014: Mr. Turner
Yakın geçmişte seyrettiğimiz biyografik filmleri şöyle bir düşündüm. Mandela: Long Walk to Freedom, Fruitvale Station, Rush, The Butler, Saving Mr. Banks, Lincoln, The Iron Lady, The Fighter, J. Edgar, Milk ve daha niceleri… Ekseriyetle dandik, vasatın üstüne nadiren çıkabilen filmlerle dolu bir liste.
Tanınan, hikâyeleri halka mal olmuş tarihi
figürlerin sinema karakterlerine dönüştürülmesi, kulağa son derece basit,
harika bir fikir gibi gelmiyor mu? Yanlış!
Bu filmlerin neredeyse tamamının işlediği iki
büyük günah var.
BİR:
Karakteri mutlaka haklı gösterip peygamberleştirme
hastalığı (kötü şeyler yapıyorsa bile, “meğerse”
bir bildiği vardır, “aslında” özünde
çok iyidir; hiç olmadı geçmişte yaşadığı bir travmanın sonucu olarak kötülük yapıyordur).
İKİ: Karakterin başından geçen olay
her ne olursa olsun, bunu ilham verici bir hikâye olarak yansıtma
zorunluluğu (eğer Margaret Thatcher
Kuzey İngiltere’deki maden ocaklarını kapatabiliyorsa, siz de bir gün
hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz!).
19. yüzyılda yaşayan İngiliz ressam J. M. W. Turner’ın
hayatını anlatan Mr. Turner, bu iki günahın ikisinden de özenle kaçınıyor.
İngiliz karakter oyuncusu Timothy Spall’un hayat verdiği Bay Turner, çoğunlukla suratsız,
etrafındaki insanların kıymetini bilmeyen, sanatı dışındaki herhangi bir şeye
nadiren ilgi gösteren, düz ifade etmek gerekirse antipatik bir karakter. Usta yönetmen Mike Leigh’nin bu karakter etrafında ördüğü film de, düşük tempolu,
inanılmaz zengin ve detaylı bir karakter çalışması – kesinlikle “mutlu etmek, ilham vermek” gibi bir
derdi yok.
Bunun anlamı şu: Mr.
Turner, hiçbir zaman yukarda saydığım filmler kadar dikkat çekmeyecek ve
ödüllere oynamayacak. Ama Spall’un başını çektiği müthiş, müthiş oyuncu
kadrosu, her kadrajın ayrı bir yağlı
boya tablo olduğu, nefes kesen görüntü yönetimiyle, izleyenlerin aklından
yıllarca çıkmayacak.
Bu yılın en tatmin edici 150 dakikası diyebilirim.
10
üzerinden 9,5
18 Ekim 2014 Cumartesi
Filmekimi 2014: Two Days, One Night
Fransızcaya karşı sebebini tam olarak bilemediğim (veya belki de dillendiremediğim) bir antipati beslememe rağmen, Fransız oyuncu Marion Cotillard yıllardır “iyi listemde” yer alır. Jennifer Lawrence’ın En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandığı o melun sene, Cotillard’ın Rust and Bone’daki performansıyla en azından aday gösterilmesi gerektiğini düşünmüştüm.
Two
Days, One Night (Fransızca: dö juğ, ün nüi!), Marion
Cotillard’nın yüzümüzü kara çıkarmadığı, enfes
bir Belçika filmi.
Filmde acele etmeden, yavaş yavaş açıklandığı üzere,
Sandra (Cotillard) yakın zamanda geçirdiği bir psikolojik rahatsızlık yüzünden,
çalıştığı işten geçici olarak ayrılmıştır. İşyerine geri döndüğünde, patronunun
diğer 16 çalışan arasında – acımasız – bir oylama yaptığını öğrenir: Ya Sandra
işini kaybedecektir, ya da hiçbir çalışan o seneki ikramiyelerini
alamayacaktır. İlk oylamada 2 kişi hariç herkesin ikramiyeyi tercih ettiğini
gören Sandra’nın, iş arkadaşlarını tek tek ziyaret edip fikirlerini değiştirmek
için, ikinci oylamaya kadar iki gün, bir
gecesi vardır.
Hangi noktaya nasıl erişeceğini çok iyi bilen, bununla
beraber seyircinin merakını bir an olsun düşürmeyen, kendinden bu kadar emin
bir film bu günlerde pek az bulunuyor. Ulaştığı sapasağlam sinema dilinin de ötesinde,
dönemin ekonomik ve sosyal koşullarını kayda değer bir hassasiyetle
yansıtmasıyla da, çok önemli bir iş başarıyor aslında.
Gerçekten de, çalışanların, arkadaşları ve maddi
kazançları arasında seçim yapmak zorunda bırakıldığı merhametsiz kapitalist tavrın, sessiz ve cılız bir öfkeyle karşılandığı,
ne hikmetse hiç sorgulanmadan kabul edildiği bir Belçika portresi, şüphesiz hiçbirimize
yabancı gelmiyordur. Üstelik, iki
çocuklu, hasta arkadaşının istikbali yerine, 1000 euroluk ikramiyeyi tercih
eden işçilere de ister istemez hak
verdiğimiz noktada, basit bir insan draması gibi görünen filmin, aslında
neler haykırdığını duymamak mümkün değil.
Tüm bunlar ve de Cotillard’nın harika oyunculuğu; Two Days, One Night’ı yılın en akılda
kalıcı işlerinden biri yapıyor.
10
üzerinden 9
13 Ekim 2014 Pazartesi
Filmekimi 2014: Whiplash
[Okurken dinlemeniz için müzik önerisi.]
Bu yılın başından beri çeşitli festivallerde adını son derece yüksek övgülerle duyuran Whiplash, Filmekimi kapsamında Türk seyircilere de nasip oldu.
Whiplash,
Miles Teller ve usta karakter oyuncusu J. K. Simmons’ın canlandırdığı iki caz müzisyeni arasındaki gergin
dinamiği hikâye ediyor. Genç Andrew’un (Teller) en büyük hayali, dünyanın en
iyi caz bateristlerinden biri olmaktır. Disiplinli ve sözünü sakınmayan konservatuar
öğretmeni Terence Fletcher’ın (Simmons) gözüne girmeyi çok isteyen Andrew, bu
yolda her şeyi göze alacaktır.
“Caz
müziğin Black Swan’ı”
olarak nitelendirebileceğim film, bana göre “kendini sanatına adayan sosyopat artist” klişesini Black Swan’dan çok daha iyi satıyor. O
filmdeki eğreti gerilim öğelerini hiç mi hiç sevememiş bir izleyici olarak, Whiplash’ın “en iyisi olmak isteyen ruh hastası sanatçı” yaklaşımını daha temeli
sağlam, daha gerçekçi buldum.
Fakat karakterlerdeki gerçeklik duygusu, onları daha
iyi anlamama – veya sevmeme – yardımcı
olmadı. Başroldeki Miles Teller’ın, her filminde aynı “kendine fazla güvenen, ukala, sinir bozucu Amerikan genci” rolünü
oynadığını düşünürdüm ve çok itici bulurdum (bkz. The Spectacular Now). Burada aynı tarzda değil ama, yeni bir
iticilik seviyesi yakalamış sanki: The
Social Network / Jesse Eisenberg stili, “çok zekiyim ama siz anlamıyorsunuz”
gergini, iletişim fakiri, sinir bozucu Amerikan genci!
Fakat oynadıkları antipatik karakterleri bir yana
bırakırsak, iki oyuncunun da rollerinin gerektirdiği fiziksel ve duygusal
kapasiteyi hakkını vererek doldurduklarını söylememiz lazım. Miles Teller’ın adeta
kendinden geçerek oynadığı prova ve konser sahnelerindeki harika müzik ve kulak
dolduran ses miksajı için, iyi bir sinemada görülmesini tavsiye ediyorum.
10
üzerinden 7
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)