20 Ekim 2014 Pazartesi

Filmekimi 2014: Force Majeure


Dürüst bir özeleştiri: Kişisel film izleme alışkanlığımın en büyük handikabı, (İngilizce olanlar haricindeki) güncel yabancı filmleri çoğunlukla ihmal ediyor olmam. Bu sene, biraz bunu değiştirmek, biraz da fevkalade işsiz olduğum için, Filmekimi’nde Avrupa kökenli birçok film seyrettim.

İsveç’in “En İyi Yabancı Film aday adayı” olduğundan başka hiçbir şey bilmeden izlediğim Force Majeure, veya Turist, 2014’ün en soğuk ve en heyecan verici drama filmlerinden biri.

İki çocuklu bir ailenin (ultra lüks) bir kayak tatilinde başından geçenlere şahit oluyoruz. Beş günlük tatilin beş epizot olarak anlatıldığı film, bu yapıdan da güç alarak, son derece temiz ve kendinden emin bir ritimle ilerliyor.

Filmdeki çatışmayı su yüzüne çıkaran kilit sahne, ikinci epizotta geliyor. Fragmanda ve özetinde yer alsa da, spoiler açarak yazacağım. [SPOILER] Aile dağ manzarası eşliğinde sakin ve sıradan bir yemek yerken, üstlerine yaklaşan çığ ile, bu steril ortam birdenbire savaş alanına dönüyor. [/SPOILER] Tek plan çekilen bu enfes sahne, kadın ve erkeğin olası bir kriz anında bambaşka tepkiler verebileceği, ve bunun erkeğin egosu ve kadının sadakat ve sahiplenme duyguları üzerinde ne gibi yaralar açabileceği ile ilgili, detaylı ve korkusuz bir incelemenin başlangıcına sebep oluyor.

İki tarafın da tavırlarına ister istemez hak verdiğimiz bu “kadın vs. erkek” tartışması, görkemli görüntü yönetimi ve merak uyandırıcı temposunu korumaya yönelik akıllı vuruşlarıyla (karı kocanın misafirleri önünde tartıştığı sahne, tam “uzadı” diyeceğiniz anda, öyle bir biçimde bitiyor ki… aklım yerinden çıktı diyebilirim), sinemada, senaryosunun soğuk dağ eteklerinde kaybolarak izlenmeniz gereken bir film.

10 üzerinden 8,5

19 Ekim 2014 Pazar

Filmekimi 2014: Mommy


İnternette sinema üzerine yazılar yazarak sesini duyurmaya çalışan 78 bilyon kişiden biri olarak, zaman zaman karşılaştığım bir sorun var: Herkesin pek bayıldığı, çeşitli ortamlarda coşkuyla reklamını yaptığı bir filmi eleştirirsem okuyucu kaybeder miyim?!

2014 yapımı Kanada filmi Mommy, henüz yalnızca Filmekimi’nde görüldüğü için, Türk sinema izleyicisi çevresinde bir Amélie, bir The Shawshank Redemption dokunulmazlığına erişmemiştir diye tahmin ediyorum (hele bir torrent’e düşsün ondan sonra görün!).

Ama şimdiden, hatta bilet kuyruğunda arkamda bekleyen iki hanımefendinin “Bu filmi görmeyi çok istiyordum, hem biliyosun Jüri Ödülü aldı, hem de çok sevecekmişim gibi geliyor!” şeklinde gelişen sohbetlerine kulak misafiri olduğumdan beri, ilginç bir lobinin oluştuğuna şahit oluyorum. “Sinemanın dahi çocuğu!”, “Bitince koltuğumdan kalkamadım,” gibi yorumlar gırla gidiyor.

Bir taraftan, bu filmin niye bu denli abartılı duygusal bir şekilde sahiplenildiğini anlayabiliyorum. Dul bir annenin, sorunlu ergen oğluyla olan sorunlu ilişkisini, sorunlu komşusunun yardımıyla hayatını yoluna sokma çabasını anlatan film, “aile bağları”, “fakirlik”, “intihar” gibi son derece bildik temaları, son derece tanıdık ritimlerle işliyor. Ortaya seyircinin kolaylıkla kendinden bir şeyler bulabildiği, hassas duygu noktalarımıza açgözlülükle tecavüz eden bir film çıkıyor.

Diğer taraftan, “Bu iyi bir şey mi?” diye sormadan edemiyorum. Çünkü filmin bu amacını fark ettiğiniz anda, bu amaca ulaşmak adına kullanılan teknikler dayanılmaz hale geliyor.

Hikâye ve karakterlerin son derece tahmin edilebilir olmasını bir yana bırakalım. Yönetmenin “hikâyeyi ilerletmek için” sıklıkla kullandığı, popüler şarkılarla bezenmiş (ilham verici!) kaydırma planları… Hangi duygusal efekti yaratmak için kullanılacağını daha Nişantaşı’ndaki sinema salonuna ulaşmadan, Osmanbey’de metrodan çıkarken anladığımız 1:1 çerçeve oranı oyunu… Ciddiye alınmak istenen bütün hipster filmlerin tembelce bağrına bastığı “dram” öğeleri…

Hepsi bir noktada o kadar fazla geliyor ki,  “dahi çocuk” yönetmenin arada bir kameraya gözüküp “ÖDİPUS!!!!” diye bağırmadığına şükretmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.

10 üzerinden 4

Filmekimi 2014: Mr. Turner


Yakın geçmişte seyrettiğimiz biyografik filmleri şöyle bir düşündüm. Mandela: Long Walk to Freedom, Fruitvale Station, Rush, The Butler, Saving Mr. Banks, Lincoln, The Iron Lady, The Fighter, J. Edgar, Milk ve daha niceleri… Ekseriyetle dandik, vasatın üstüne nadiren çıkabilen filmlerle dolu bir liste.

Tanınan, hikâyeleri halka mal olmuş tarihi figürlerin sinema karakterlerine dönüştürülmesi, kulağa son derece basit, harika bir fikir gibi gelmiyor mu? Yanlış! Bu filmlerin neredeyse tamamının işlediği iki büyük günah var.

BİR: Karakteri mutlaka haklı gösterip peygamberleştirme hastalığı (kötü şeyler yapıyorsa bile, “meğerse” bir bildiği vardır, “aslında” özünde çok iyidir; hiç olmadı geçmişte yaşadığı bir travmanın sonucu olarak kötülük yapıyordur). İKİ: Karakterin başından geçen olay her ne olursa olsun, bunu ilham verici bir hikâye olarak yansıtma zorunluluğu (eğer Margaret Thatcher Kuzey İngiltere’deki maden ocaklarını kapatabiliyorsa, siz de bir gün hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz!).

19. yüzyılda yaşayan İngiliz ressam J. M. W. Turner’ın hayatını anlatan Mr. Turner, bu iki günahın ikisinden de özenle kaçınıyor.

İngiliz karakter oyuncusu Timothy Spall’un hayat verdiği Bay Turner, çoğunlukla suratsız, etrafındaki insanların kıymetini bilmeyen, sanatı dışındaki herhangi bir şeye nadiren ilgi gösteren, düz ifade etmek gerekirse antipatik bir karakter. Usta yönetmen Mike Leigh’nin bu karakter etrafında ördüğü film de, düşük tempolu, inanılmaz zengin ve detaylı bir karakter çalışması – kesinlikle “mutlu etmek, ilham vermek” gibi bir derdi yok.

Bunun anlamı şu: Mr. Turner, hiçbir zaman yukarda saydığım filmler kadar dikkat çekmeyecek ve ödüllere oynamayacak. Ama Spall’un başını çektiği müthiş, müthiş oyuncu kadrosu, her kadrajın ayrı bir yağlı boya tablo olduğu, nefes kesen görüntü yönetimiyle, izleyenlerin aklından yıllarca çıkmayacak.

Bu yılın en tatmin edici 150 dakikası diyebilirim.

10 üzerinden 9,5

18 Ekim 2014 Cumartesi

Filmekimi 2014: Two Days, One Night


Fransızcaya karşı sebebini tam olarak bilemediğim (veya belki de dillendiremediğim) bir antipati beslememe rağmen, Fransız oyuncu Marion Cotillard yıllardır “iyi listemde” yer alır. Jennifer Lawrence’ın En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandığı o melun sene, Cotillard’ın Rust and Bone’daki performansıyla en azından aday gösterilmesi gerektiğini düşünmüştüm.

Two Days, One Night (Fransızca: dö juğ, ün nüi!), Marion Cotillard’nın yüzümüzü kara çıkarmadığı, enfes bir Belçika filmi.

Filmde acele etmeden, yavaş yavaş açıklandığı üzere, Sandra (Cotillard) yakın zamanda geçirdiği bir psikolojik rahatsızlık yüzünden, çalıştığı işten geçici olarak ayrılmıştır. İşyerine geri döndüğünde, patronunun diğer 16 çalışan arasında – acımasız – bir oylama yaptığını öğrenir: Ya Sandra işini kaybedecektir, ya da hiçbir çalışan o seneki ikramiyelerini alamayacaktır. İlk oylamada 2 kişi hariç herkesin ikramiyeyi tercih ettiğini gören Sandra’nın, iş arkadaşlarını tek tek ziyaret edip fikirlerini değiştirmek için, ikinci oylamaya kadar iki gün, bir gecesi vardır.

Hangi noktaya nasıl erişeceğini çok iyi bilen, bununla beraber seyircinin merakını bir an olsun düşürmeyen, kendinden bu kadar emin bir film bu günlerde pek az bulunuyor. Ulaştığı sapasağlam sinema dilinin de ötesinde, dönemin ekonomik ve sosyal koşullarını kayda değer bir hassasiyetle yansıtmasıyla da, çok önemli bir iş başarıyor aslında.

Gerçekten de, çalışanların, arkadaşları ve maddi kazançları arasında seçim yapmak zorunda bırakıldığı merhametsiz kapitalist tavrın, sessiz ve cılız bir öfkeyle karşılandığı, ne hikmetse hiç sorgulanmadan kabul edildiği bir Belçika portresi, şüphesiz hiçbirimize yabancı gelmiyordur. Üstelik, iki çocuklu, hasta arkadaşının istikbali yerine, 1000 euroluk ikramiyeyi tercih eden işçilere de ister istemez hak verdiğimiz noktada, basit bir insan draması gibi görünen filmin, aslında neler haykırdığını duymamak mümkün değil.

Tüm bunlar ve de Cotillard’nın harika oyunculuğu; Two Days, One Night’ı yılın en akılda kalıcı işlerinden biri yapıyor.

10 üzerinden 9

13 Ekim 2014 Pazartesi

Filmekimi 2014: Whiplash


[Okurken dinlemeniz için müzik önerisi.]

Bu yılın başından beri çeşitli festivallerde adını son derece yüksek övgülerle duyuran Whiplash, Filmekimi kapsamında Türk seyircilere de nasip oldu.

Whiplash, Miles Teller ve usta karakter oyuncusu J. K. Simmons’ın canlandırdığı iki caz müzisyeni arasındaki gergin dinamiği hikâye ediyor. Genç Andrew’un (Teller) en büyük hayali, dünyanın en iyi caz bateristlerinden biri olmaktır. Disiplinli ve sözünü sakınmayan konservatuar öğretmeni Terence Fletcher’ın (Simmons) gözüne girmeyi çok isteyen Andrew, bu yolda her şeyi göze alacaktır.

“Caz müziğin Black Swan’ı” olarak nitelendirebileceğim film, bana göre “kendini sanatına adayan sosyopat artist” klişesini Black Swan’dan çok daha iyi satıyor. O filmdeki eğreti gerilim öğelerini hiç mi hiç sevememiş bir izleyici olarak, Whiplash’ın “en iyisi olmak isteyen ruh hastası sanatçı” yaklaşımını daha temeli sağlam, daha gerçekçi buldum.

Fakat karakterlerdeki gerçeklik duygusu, onları daha iyi anlamama – veya sevmeme –  yardımcı olmadı. Başroldeki Miles Teller’ın, her filminde aynı “kendine fazla güvenen, ukala, sinir bozucu Amerikan genci” rolünü oynadığını düşünürdüm ve çok itici bulurdum (bkz. The Spectacular Now). Burada aynı tarzda değil ama, yeni bir iticilik seviyesi yakalamış sanki: The Social Network / Jesse Eisenberg stili, “çok zekiyim ama siz anlamıyorsunuz” gergini, iletişim fakiri, sinir bozucu Amerikan genci!

Fakat oynadıkları antipatik karakterleri bir yana bırakırsak, iki oyuncunun da rollerinin gerektirdiği fiziksel ve duygusal kapasiteyi hakkını vererek doldurduklarını söylememiz lazım. Miles Teller’ın adeta kendinden geçerek oynadığı prova ve konser sahnelerindeki harika müzik ve kulak dolduran ses miksajı için, iyi bir sinemada görülmesini tavsiye ediyorum.

10 üzerinden 7