Sinema salonlarımızın 3D filmlere bu kadar hızlı adapte olması aslında çok şaşırtıcı
değil. 3-4 sene önce İstanbul’da 3D film gösteren 1 veya 2 salon vardı. Kadıköy’deki Nautilus alışveriş merkezinde Journey
to the Center of the Earth filmini izlediğimizi hatırlıyorum; normal
şartlarda burun kıvırıp gitmeyeceğimiz bu dandik filme (başrolünde Brendan
Fraser vardı!) 3 boyutlu diye koşa koşa gitmiştik. İşte bizim gibi meraklı,
evinde film izlemek yerine sinemaya gitme zahmetine katlanan, bunun karşılığında
da ekstra bir mükâfat isteyen seyirciler yüzünden, yapımcılar tek ilginç
özelliği 3D olması olan bir dolu tırt film finanse etti. İrili ufaklı bütün yerli
sinema işletmecilerimiz her yere 3D salonlar açtılar.
Ancak
içeriği zaten zayıf olan bu kötü filmlerin 3D tekniği de zayıf kalınca
(görüntüde hiçbir derinlik olmaması, görüntünün normalden çok daha karanlık
olması gibi) ağzımızda kötü bir tat kaldı; bu filmlerden itinayla kaçan bir
kitle oluştu.
İşte bu sebepten, hem iyi içeriği, hem de iyi
teknoloji uygulamasını bir araya getirmeyi başaran nadir filmleri bağrımıza
basar olduk: James Cameron ve Avatar,
Martin Scorsese ve Hugo, ve bu
listeye rahatlıkla ekleyebileceğimiz, Ang Lee ve Life of Pi.
Filmin kaynağını oluşturan aynı adlı kitap, bir seri
talihsiz olay sonucu okyanus ortasında ufacık bir teknede bir adet yetişkin Bengal kaplanıyla mahsur kalan 16
yaşındaki bir gencin ruhsal ve fiziksel yolculuğunu anlattığı için, “filmi çekilemez” olarak nitelenmişti.
M. Night Shyamalan, Alfonso Cuarón ve Jean-Pierre Jeunet gibi yönetmenlerin
elinden geçtikten sonra da Ang Lee’nin elinde kalmıştı.
Deneyimli yönetmen, kitaba “filmi çekilemez” diyenlerle açık açık dalga geçmiş diyebiliriz. Life
of Pi, CGI teknolojisinin günümüzde ulaştığı seviyenin harika bir
örneği. Filmin başrolündeki kaplanın gerçekliğinden bir an olsun şüphe ettirilmemesi
bir yana, Pi’nin görsel mucizelerle dolu hayatı da nefes kesici bir kompozisyonla
sunuluyor. Bu inanılmaz yolculuğu, merakla, 16 yaşındaki bu genç adamın cesaret
ve sabrına hayran kalarak izliyoruz.
İşte bu yüzden; hikâyenin “fiziksel yolculuk” tarafını bu kadar ustalıkla anlatan Ang Lee’nin,
“ruhani yolculuk” tarafını aynı
kalibrede yansıtamaması üzücü. Pi’nin tanrı ve inanç hakkındaki derslerini, Lee’nin
bizi ilk yarım saatte zorladığı gibi, etkileyici doğa görüntüleri ve
rahatlatıcı Hint müzikleri eşliğinde dinlemek, kitapevlerinin tozlanmış kişisel
yardım raflarında bulacağınız new age terapi ve meditasyon
kasetlerini dinlemekten farksız!
Aslında uykumun gelmesini sadece (Pi teknede mahsur
kalana kadar maruz kaldığımız) ruhani mesajlarla dolu ilk yarım saate bağlamak
istemiyorum. Filmi mahallenin ufak sinemasında yalnız başıma izlerken son
derece duygusuz ve yorgundum, bir
önceki haftadan beri çantamda duran 3D gözlüklerim çizik ve hafif bulanıktı! Ama
gene de, Pi’nin duygusal yolculuğunun, fiziksel yolculuğu yanında gölgede
kaldığı, yeterince iyi işlenmemiş olduğu bir gerçek. Hatta film, en düşündüren
ve duygulandıran yumruğunu son 15
dakikada açıkladıklarıyla vurmasa, ilk yarım saat tamamen havada kalacaktı
denebilir. Lee gerçekten o son 15 dakikada kurtarıyor her şeyi ve filmi sadece
güçlü görsel öğelerle dolu bir “iradenin
zaferi” masalı olmaktan çıkarıp, ilham verici bir büyüme, “masumiyetin kaybı” hikâyesine
dönüştürüyor.
Pi’nin
Yaşamı’na epik görselliği ve harika 3D kullanımı için
gidin, ama yüreğinizi acıtan dokunaklı hikâyesi için kalın.
10 üzerinden 7