Birçok sinema tutkunu “geek” yaşıtım gibi, benim de ilk gençliğime damgasını vuran seriydi The Lord of the Rings. 2001 tarihli ilk filmden çok etkilenmiş, diğer filmleri bekleyemeden kitapları okumuş, sonradan diğer filmleri de izleyince fantastik bir edebi eserin sinemaya bu kadar iyi uyarlanabilmiş olmasına şaşırmış ve hayran kalmıştım. Gerçekten de, Peter Jackson’ın ilk üçlemesi, epik hikâye anlatımının sinemada zirve yaptığı noktaydı.
Bu nedenle, aynı ekibin yeni hikâyeler anlatmak için
Orta Dünya’ya geri dönmesini sevinçle karşıladım. Ancak anlatılacak hikâyenin yeni ve farklı bir hikâye olduğunu fark
etmek önemli. The Lord of the Rings serisi, dünyanın geleceğini kurtarmak
için savaşan kahramanların, iyiliğe karşı kötülüğün, cesaretin, fedakârlığın,
sadakatin hikâyesiydi. Hobbit ise, empati kurması daha
kolay, çok daha küçük temalara sahip: bir yere ait olma duygusu, konformizm…
Bu ayrımı kafanızda oturtursanız, Hobbit’ten
beklediğinizi almanız daha olası. Gerçekten de, Yüzüklerin Efendisi’ndeki karamsar, “hızla yaklaşan felaket” hissi olmayınca, Orta Dünya çok daha
aydınlık bir yer. “Tehlikeli” değil, “macera dolu”. “Korkutucu” değil, “davetkâr”.
İlk serinin aşırı ciddi, huzursuz edici atmosferinden kurtulan Peter Jackson, bunun acısını çıkarmak
ister gibi, filmin başından sonuna dek neredeyse “neşeli” bir tavır takınmış. Kanıtlayabileceği
her şeyi ilk seriyle kanıtlayan Jackson, bu seride biraz eğlenmek istemiş
sanki. Bu filmdeki kahramanların “dünyayı
kurtarma”, “kötülüğü yenme” gibi
kutsal emelleri olmadığından (herkesin tek amacı “eve dönmek”), açıkçası doğru bir karar olmuş denebilir. Sahiden
de, ortaya çıkan film, birtakım tempo sorunları haricinde, son derece
eğlenceli.
Ama
üzücü olan şey şu: Kendi başına yeterince ilginç bir hikâyeye
sahip, eğlenceli bir film Hobbit. Ama maalesef Yüzüklerin Efendisi ile
karşılaştırılmaya mahkûm. İki hikâyenin son derece iç içe olduğu bir
gerçek; ama Ekler bölümündeki yan hikâyeleri
de anlatmaya kalkışan ve ilk seriye bol bol gönderme yapmaktan kaçınmayan Jackson
da yangına körükle gitmiş biraz.
Nitekim salondan çıktığınızda aklınızda kalan tek
sahneler bunlar olacak: İlk serideki büyük savaş sahnelerini anımsatan açılış
sekansı (Erebor’un düşüşü), Gandalf, Saruman, Elrond ve Galadriel’in Rivendell’de
Orta Dünya’nın geleceğini tartışması (ilk serinin azılı bir hayranı olarak
tüylerimi diken diken etti), ve elbette, Gollum…
Özellikle Gollum… Filme tamamen damgasını vuruyor. Sinema tarihinin efsane
karakterlerinden biri olan Gollum, kesinlikle burada da hayal kırıklığına
uğratmıyor; hatta motion capture teknolojisinin
son 10 yılda çok daha ilerlemesi sayesinde, belki de öncekinden bile daha iyi.
Cücelerin prensi Thorin rolündeki Richard
Armitage iyi (bir Viggo Mortensen değil), Martin Freeman Bilbo Baggins’in şaşkın tavırlarını güzel yakalamış,
ama hiçbiri Cate Blanchett’i yeniden
Galadriel, Hugo Weaving’i yeniden
Elrond, veya Andy Serkis’i yeniden
Gollum olarak görmenin verdiği heyecanı veremiyor. Bu arada Pushing Daisies ve The Fall gibi yapımlardan tanıdığımız Lee Pace’in uzaylı bir elf (!) olarak mini minnacık, diyalogsuz bir
rolü var; eğer diğer filmlerde geri dönmeyecekse yazık etmişler adama!
Bir
paragraf da 48 fps olayına ayıralım. Bazı Amerikalı
eleştirmenlerin “öyyggghh midemiz
bulandı, yivrenç!!!” temalı yazılarını okuyunca bu teknoloji hakkındaki beklentimi
çok düşük tutmuştum. Neyse ki ortada abartıldığı gibi “iğrenç!!” bir durum yoktu.
Evet, görüntü farklı ve tasvir etmesi
zor. Özellikle hareket içeren sahneler çok “akıcı”… HD görüntü düşkünü biri
olarak çok ilginç buldum. Ama yadırgatıcı olduğunu inkâr edemem. “Filmi ucuz gösteriyor” demek
istemiyorum ama “sinematik değerini
azaltıyor” diyebilirim. 3D gibi, izleyiciyi filmleri sinema salonunda izlemeye teşvik eden bir faktöre dönüşeceğini
sanmıyorum. Dolayısıyla Türkiye’deki izleyiciler çok da bir şey kaçırmıyor.
(Fakat şunu belirtmem lazım: Buradaki çoğu sinema dijital projeksiyona geçmiş. Standart
2D filmlerin bile görüntü kalitesi Türkiye’de alıştırıldığımız vasat kalitenin
çok üzerinde. Büyük sinema zincirlerimizin kaçta kaçı bu yatırımı yapmış veya yapacak,
çok merak ediyorum.)
Sonuç olarak, her ne kadar bu filmlerin ayrı filmler
olduğunu, farklı hikâyeler anlattığını kabullenseniz de, bazı gerçeklerden kaçamıyorsunuz.
Kendi başına yeterince heyecan verici
olsa da, efektleri, sanat yönetimi, müziği ne kadar aşmış olsa da, Yüzüklerin Efendisi’nin unutulmaz mirası
altında ezilen bir film The Hobbit: An
Unexpected Journey. Belki Peter Jackson asıl sürprizlerini 2. ve 3. filme
saklamıştır diyelim. Yüzük Kardeşliği’nin
de çok belirgin tempo sorunları vardı, ama Kralın
Dönüşü’nden sonra bütün bunların hiçbir önemi kalmış mıydı?
10 üzerinden 7
10 üzerinden 7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder