14 Şubat 2011 Pazartesi

Sinema: 127 Hours


127 Hours’ın ana karakteri “doğa tutkunu özgür ruh” Aron Ralston ile pek iyi anlaşamayacağımı, sadece şu anda yaptığım şeye bakarak bile söyleyebilirsiniz: Sıcacık evimde oturduğum yerden sinema üzerine ahkâm kesiyorum ve bu, haftamın en ilginç aktivitelerinden biri!

Tarafınızdan “düz adam” olarak etiketlenme riskini göze alarak; dağcılık olsun, tırmanma olsun, her türlü extreme sporu son derece anlamsız/gereksiz bulduğumu ve hiç hazzetmediğimi itiraf etmek istiyorum! Hayır arkadaşım derdin ne senin, soğukta karda kışta kıyamette kendini bin bir türlü tehlikeye atarak “Woow, bunun zevki anlatılmazzz, yaşanırrr!”cılık taslıyorsun?! Gündelik hayatın bu kadar mı sıkıcı, yaşamdan bu kadar mı bıktın ki, kendini “canlı” hissedebildiğin tek yer deniz seviyesinden 3000 metre yükseklikte kalınca bir halattan baş aşağı sallandığın yer oluyor?!

Son derece “şehirci” (ve normal kilosunun bir hayli üstünde!) biri olarak, hayattaki en büyük zevki işinden, ailesinden ve arkadaşlarından kaçarak dağda bayırda tek başına tırmanmak olan bir adamın hikâyesi beni ne kadar etkileyebilirdi ki?

Neyse ki, 127 Hours’ta göründüğünden çok daha fazlası var.

İçimdeki spor nefretini sebepsiz yere kustuktan sonra mutlulukla söyleyebilirim ki, 2010 yapımı 127 Hours’ın dağcılıkla tırmanmayla bir ilgisi yok. 127 Hours kader üzerine, dünyadaki yerimiz üzerine, yaşam sevinci üzerine bir film. Deneyimli bir sinemacının, yeni ve zorlayıcı bir meydan okumanın altından başarıyla kalktığına şahit olduğumuz bir film.

Yönetmen Danny Boyle (Trainspotting, Slumdog Millionaire) yeni filminde, Utah’taki Blue John Kanyonu’na bir hafta sonu kaçamağı düzenleyen özgür ruhlu dağcı Aron Ralston’un gerçek hikâyesini anlatıyor. Aron, bir anlık talihsizlik sonucu kanyondaki bir yarığa sıkışıyor ve hareket edemez duruma geliyor. Uğursuz gezisini nereye gideceğini kimseye söylemeden gerçekleştiren genç sporcu için hayatının en zor 127 saati böyle başlıyor…

Oscar ödüllü deneyimli yönetmen Danny Boyle, neredeyse tamamı tek mekânda tek karakterle geçen bu film ile kendi sinema pratiği açısından yeni denizlere yelken açmış olsa da, bildiğimiz dinamik anlatım stilini korumayı başarmış. İkiye, üçe bölünen kadrajlar ve ani plan geçişleri filmin ilk 15 dakikasında Aron’ın kabına sığmaz coşkusunu ve yaptığı şeyden aldığı büyük zevki, geri kalanında ise içinde bulunduğu umutsuz ruh halini mükemmel biçimde yansıtıyor. Aynı şekilde ilk 15 dakika boyunca arka plandaki kanyonun büyüklüğünü ve tekinsizliğini işaret eden kamera kullanımı (oyuncuların ufak karaltılar halinde kaldığı kadrajlar, kuşbakışı çekimler), filmin geri kalanında yerini Aron’ın mahsur kaldığı dar yarığı oldukça klostrofobik bir biçimde aktaran ve bunu oldukça yaratıcı çözümlerle başaran bir tekniğe bırakıyor. Geniş planlar yeniden kullanıldığında ise bunun sebebi Aron ve içinde sıkıştığı yarığın aslında bu kocaman dünyada minicik bir yer tuttuğunu vurgulamak oluyor.

Filmin asıl derdi de bu zaten. Bütün yaşantımız, davranışlarımız, yaptığımız şeyler dünyada hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sadece ve sadece kendimizi etkiliyor. Aldığımız kararlar ve bunların sonuçları şu anda bizi etkilemiyor gibi gözükse bile, hepsinin önemini anlayacağımız bir gün gelecek… Şimdi olmasa da gelecekte hepimizi içinde sıkıştırmayı bekleyen “dar bir yarık” var ve yaptığımız tercihlerin doğruluğunu hepimiz orada sıkıştığımız zaman anlayacağız… Bu kadar “hesap günü” imasına rağmen hala anlatamadıysam daha açık söyleyeyim: Evet, yalnız ve sevgisiz bir yaşamı tercih eden Aron ve kendisini sıkıştıran kaya parçasının hikâyesi, böyle okuduğumuzda gerçek bir dini filme dönüşüyor.

Fakat gözünüz korkmasın, 127 Hours kocaman bir “Hayatı düzgün yaşayın, yoksa öteki dünyada Tanrı’ya hesap veremezsiniz!”den ibaret değil; Aron’ın yaşama dört elle sarılmasındaki azim, içimizi yaşama sevinci ile dolduruyor, hayatın kıymetini anlamamızı sağlıyor ve film boyunca şahit olduğumuz onca talihsizliğe rağmen, evet, mutlu ediyor.

James Franco’nun aksamayan performansı ve Danny Boyle’un usta işi yönetimi ile, 127 Hours belki Slumdog Millionaire gibi gerçek bir zafer değil, fakat en az onun kadar ilham verici. Dikkatinizi çekerim, her anlamda ilham verici: Hem sinema açısından, hem de yaşamımız ve davranışlarımız açısından…

Son olarak, içimdeki “düz adamı” bir kere daha insan içine çıkarmak pahasına söylemeden geçemeyeceğim ki, üzgünüm Danny Boyle, belli ki ilk 15 dakikayı “bakın kampçılık ve tırmanma ne kadar eğlenceli, yapan kişiyi ne kadar mutlu ediyor!” dedirtmek için koymuşsun ama, bütün film boyunca Aron’a “Oh olsun, senin ne işin var ıssız tepelerde, müstahak sana!” diye çemkirmeme engel olamadın…

10 üzerinden 8

2 yorum:

  1. Film adına yapılan değerlendirmeyi çok yerinde bulduğumu söylemek istedim. bir tek, son paragraftaki filmin ilk 15dk değerlendirmesine kendimde ek getirmek isterim;
    Filmin son dakikalarına bakarsak karakterimizin hayat tarzında bir pişmanlık yaşamadığını tam aksine son gaz devam ettiğini görüyoruz. tek pişmanlığı hayatında biraz bencilce davranmasıydı. Ve film bunu çok iyi anlattı.

    YanıtlaSil
  2. bende tombik sinema izleyicisiyim ama doğa sporlarına bu kadar düşman değilim, sanki evde cips yiyip şişmanlamak doğru olanmış gibi davranmak madem öoğuz o halde haklıyız gibi bir mantık çok doğru gelmedi bana, filmi sevdim ve keşke o herif gibi atletik bi adam olsam dedim içimden :) doğa spormarına başlayacağım; ilk yıl doğada panda olarak bulunmayı planlıyorum :)

    YanıtlaSil