13 Ekim 2014 Pazartesi

Filmekimi 2014: Boyhood


Bu filmi ilk olarak !f İstanbul’un kapanış filmi olarak Şubat ayında izlemiştim. Aradan geçen zamanda askere gittim ve geldim; hayatım hem çok değişti, hem de hiç değişmedi. 7 ay sonra, geçtiğimiz Cuma günü, bu kez Filmekimi’nde buluştum Boyhood ile… Karakterlerin 12 yılı gözlerimin önünde akıp giderken, ister istemez kendi hayatımı düşündüm.

Before Sunrise / Before Sunset / Before Midnight filmlerinin sevdiğimiz yönetmeni Richard Linklater’ın zaman-mekân büken yeni şaheseri Boyhood, aslında son derece basit bir temayı işliyor: Bir ailenin geçip giden hayatı. Bu – aslında hikâye etmeye değer bir yanı olmayan – hikâyeyi, aynı oyuncu kadrosunu 12 yıl boyunca her sene bir araya getirerek, son derece organik bir biçimde yansıtma konseptini ise, herhalde yalnızca Linklater bu kadar korkusuzca benimseyebilirdi.

Filmin adı Boyhood / Çocukluk olmasına rağmen, yalnızca bir erkek çocuğunun büyümesine değil, kendini tanımaya çalışan bir anne ve babanın da yolculuğuna şahit oluyoruz. 2 çocuklu bekâr annenin (Patricia Arquette) hayatına yeni bir anlam verme mücadelesi, ve eski kocasının (Ethan Hawke) idealist düşünce yapısı ve realist hayat şartları arasında mecburen yakaladığı denge; küçük Mason’ın merkezde yer alan büyüme hikayesine hak ettiği derinliği kazandırıyor.

[SPOILER]

Tabii aslında burada birbiriyle çarpışan iki arketip söz konusu. Bir tarafta, ideallerine fazlaca tutunan, tutkulu, biraz da hayalperest bir baba var. Hayatı plansızca, içinden geldiği gibi yaşıyor ama, filmin sonunda iş güç, çoluk çocuk sahibi bir “aile adamına” dönüşüyor. Halinden de memnun gözüküyor. Diğer tarafta ise, kendini bütünleme yolunda çok çaba harcayan ve hayattan tam olarak ne istediğini çok iyi biliyormuş gibi gözüken anne var. Lakin o kadar yanlış tercihler yapıyor ki, filmin sonunda boşa geçip giden ömrünün yasını tutar, hatta genç oğlunun önündeki hayatı kıskanır hale geliyor – filmin en vurucu cümlesiyle beraber: “Hayatta bundan daha fazlası olacak diye düşünmüştüm.” (“I just thought there would be more.”)

Karakter olarak babasına yakın duruşu ve filmin final sekansı, Mason’ın gelecekte mutlu olacağını ima ediyor ve film bu umut dolu tonda son buluyor… Fakat Patricia Arquette’in, geçen 12 yılın bütün yoğunluğunu hissettirerek aktardığı o cümle, akıldan çıkmıyor.

[/SPOILER]

Bu ikiliği, altını kalınca çizerek, ama bir o kadar da ince bir dille anlatıyor olması; Boyhood’u HAYAT hakkındaki en iyi filmlerden biri ilan etmeme yetiyor. Kulağa basit veya çiğ geliyor olabilir ama, bence karşımızda hakikaten özel bir film var.

10 üzerinden 10

28 Eylül 2014 Pazar

2014 Sinema Sezonu'na hoş gelirken...


Geçtiğimiz 6 aydır hiçbir şey yazmadığımı, Korkunç Büyük İnternet Boşluğu’nda fark eden olduysa diye, kısa, kişisel bir not düşmek istedim.

Okul, yüksek lisans, tez falan derken, daha fazla ertelemek istemediğim bir işi tamamladım ve askere gittim. Hayatımın en saçma dönemlerinden biri olmakla beraber, kesinlikle “ilginç” bir deneyimdi; belki bir gün daha detaylı biçimde yazmak isterim.

Şu noktada, eğitimini tamamlamış ve “vatan borcunu” ödemiş hayırlı bir evlat olarak, günlük mesaim sağa sola iş başvurusu göndermek ve beklemekten ibaret!

Altı ay Kral TV hariç hiçbir şey izleyemediğimi düşünürseniz, an itibariyle önümde bekleyen film ve diziler için ne kadar mutlu olduğumu anlayabilirsiniz.

Yaklaşan Oscar sezonuyla beraber gösterime girecek “büyük filmler”, deste deste Filmekimi 2014 biletlerim ve bekleyen dizilerimle, iyi bir sonbahar geçirmeyi umut ediyorum.

Hakkımızda hayırlısı.

Twitter: @MuratEvre1

14 Eylül 2014 Pazar

Tarkan’ın Açıkhava konserlerinde görebileceğiniz 5 insan tipi


BİR: Sahneye kendisi çıkacakmış gibi hazırlanıp gelen plaza kadını

Elbette, orta sınıf ve yüksek sosyete arasındaki acıklı limboda sıkışıp kalmış bu mini Özge Ulusoy ordusunu çok daha kapsamlı analiz etmek gerekir. Çevreye yaydıkları HT Kulüp / Derin Mermerci atmosferine rağmen, konser salonunda anca – nispeten ucuz – 78. kategoriden bilet alabilmiş bu hanımefendiler, sınıf atlamaya çalışan beyaz yakalı İstanbulluların dramını somut biçimde örnekliyorlar bence.

Bu sosyolojik çalışmayı burada yapamayacağım. Ama müthiş fönlü saçlar, Yeni Türkiye’nin İstanbul’u için ziyadesiyle cüretkâr kaçan bir moda anlayışı, Açıkhava’nın o tekinsiz, “vertigo” merdivenlerinden yuvarlanıp düşmeyi göze alarak giydikleri stilettolar, ve gruplar halinde çektikleri gürültülü selfie’ler, bana tek bir şeyi merak ettirdi: Bu insanlar gündüzleri nerede yaşıyor?


İKİ: Dengesiz doksanlar kızı

Çocukluğunu veya gençliğini doksanlarda yaşamış bu kızlar, hayatlarının o en mutlu, en masum döneminden geriye kalan tek popüler figürü, melankolik bir özlem duygusuyla bağırlarına basmışlar. Kamer Genç’in de 2014 yılında hala milletvekili olduğunu bilseler mutlu olurlar mı acaba?

Tarkan bandanası bağlayıp şarkı aralarında “Tarkaaaaağğn!” diye bağıran erken 30’larındaki bu kadınlar, Capri-Sun içerken televizyonda Savaş Ay’la A Takımı izlediğiniz günleri her an geri getirebilirler… tabii Tarkan “Kış Güneşi”, “Dön Bebeğim” ve “Unutmamalı” şarkılarını söylerse.


ÜÇ: “Buradan iş çıkar mı” erkeği

Bu kadar çok nörotik kadının bir araya geldiği ortamda, illa ki durumdan sebeplenmeye çalışan bir erkek grubu olmalı!

Plaza kadının iş arkadaşı, doksanlar kızının üniversiteden arkadaşı, veya başka biri… Onları, repertuarın popüler şarkılarını abartılı ve yapmacık bir coşkuyla beklerken (“Hobaaa, Kuzu Kuzu! İşte bu! Süper yaa!”), veya Tarkan’ın her kıvrak hareketinde partnerde bir parça daha yükselen libidonun ipuçlarını yakalamaya çalışırken görebilirsiniz.


DÖRT: En ön sırada oturan zorunlu “celebrity” kadrosu

Tarkan konserine gidip de “protokol”den koltuk bulamayan Türk ünlüsü, “ünlüyüm” demesin arkadaş!

“Protokol nedir yahu, adli yıl açılış törenine mi geldik, konsere mi,” diye sorgulamayın. Popüler bir şarkınız, veya bir takım komiklikler / şakalar yaptığınız bir televizyon programınız varsa, iki bilete 350 TL verip sahnedeki aksiyonu ekrandan izleme keyfini düzenli olarak metrobüs kullanan avam kesime bırakacaksınız. Tarkan “sevgili arkadaşım X de burada,” falan diyerek sizi seyirciye anons ettiyse ve buna, sahte bir mütevazılık belirten el jestinizle zamanında cevap verebildiyseniz ekstra puan.


BEŞ: Ben

Ne diyebilirim ki.

Bir Tarkan daha yok işte!


Twitter:  @MuratEvre1

21 Mart 2014 Cuma

2013: EN İYİ 10 FİLM (Bölüm 2)

Dünden devam... 10-6 numara burada.




5. Tim’s Vermeer

Bu leziz belgesel pek izleyici bulamadı sanırım. Hollandalı ünlü on yedinci yüzyıl ressamı Johannes Vermeer’in (“İnci Küpeli Kız”) foto-realistik denebilecek gerçeklikteki eserlerini bir çeşit optik hile yardımıyla tamamladığını iddia eden Tim Jenison’ı takip ediyoruz. Jenison, bu iddiasını kanıtlamak için Vermeer’in “Müzik Dersi” adlı eserini aynı optik hileyle yeniden yaratıyor. Resim ve sanat tarihine ilgi duyanlar için mükemmel bir dedektiflik serüveni diyebiliriz.


4. Blue Jasmine

Şimdiye kadar izlediğim Woody Allen filmleri arasında “çok çok beğendiğim” veya “tamamen nefret ettiğim” hiçbir film olmadı. “Woody Allen aaabi, tam New York kafası,” fetişim yoktur yani. Blue Jasmine farklı. Cate Blanchett’in yavaş yavaş çözülen “kaybeden kadın” portresi bu sene izlediklerim içinde apayrı bir yerde, uzay kategorisinde. Yazısı burada.


3. The World's End

Evet, bu yıl en beğendiğim üçüncü film bir “komedi / aksiyon filmi”. Listeyi tamamen önyargısız oluşturduğumu söylemiştim. Hiç kompleks yapmaya gerek yok. “Komedi / aksiyon” etiketinin çok üstüne çıkan cin fikirli olay örgüsü ve özünde “büyümeyi” anlatan hikâyesiyle (zayıf noktamdır) yılın en keyifli seyirliğiydi The World’s End.


2. The Wind Rises

Alıştırdığından daha “yetişkin ve ciddi” bir konuyu, buna uygun bir üslupla anlatan Miyazaki, sevenlerini ikiye böldü sanırım – beraber izlediğim anime sever arkadaşım “fazla gerçekçi olmuş, normal dram gibiydi!” diye çemkirdi mesela; ama ben beklentimin çok çok üstünde memnun kaldım. “Normal dram gibi” bir hikâyenin, rüya gibi renkler ve görsellerle adeta coşturulması müthiş bir sinema başarısı değil midir?


1. Before Midnight

18 yıllık bir geçmişe sahip karakterlerin hikâyesini devam ettirmek bir yazar için büyük bir nimet olsa gerek. Yönetmen Richard Linklater ve oyuncular Ethan Hawke ve Julie Delpy, karakterlerin özüne sadık kalarak kusursuz bir üçleme finali yazmışlar (final olduğunu bilmiyoruz aslında ama bana göre öyle olmalı). Kağıt üzerinde “romantik bir fantezi” gibi görünse de, bana göre sevgiyi ve hayatı anlatan en gerçekçi film (serisi) budur. Bir benzeri daha gelir mi bilinmez, diyecektim ki, yönetmen Linklater’ın bu seneki filmi Boyhood “hepsi ve daha fazlası” olarak başımı döndürdü.


Adını anmaya değer bulduklarım:

Rush
Gravity
Saving Mr. Banks
The Place Beyond the Pines
Le Passé
All Is Lost
The Square

20 Mart 2014 Perşembe

2013: EN İYİ 10 FİLM (Bölüm 1)


2013 yılının en beğendiğim 10 filmini belirledim. Bu belirlemeyi Mart’ın sonlarına doğru yapmış olmam, ne kadar ince eleyip sık dokuduğuma dair bir kanıt olsun!

Elbette izlemediğim, veya izleyemediğim filmler var. Ama yine de, izleyebildiğim filmlerin oldukça geniş ve çeşitli bir seçki olduğunu düşünüyorum. Upstream Color’dan The Lone Ranger’a, Cutie and the Boxer’dan Ender’s Game’e, her türlü önyargımla savaştım.

İtiraf etmeliyim ki önyargılarım çoğunlukla haklıydı! Ama önyargıların esiri olsaydım, belki de aşağıda sıraladığım 10 harika filmi hiç seyredemeyecektim…



10. Stories We Tell

Bu listelerde 10 numara hep kıymetli gelir bana; 10 numara “bunu eklesem şu dışarda kalacak” yeridir çünkü. En sonda sıralayacağım filmler yerine bu filmi 10 numaraya eklememin en büyük sebebi, “az kişinin duyduğu bir belgesel ekleyeyim de karizma olsun,” değil de, bu filmi daha çok insana duyurmaasdşasdşasdş

Yok yahu, bayağı entel karizması olsun diye ekledim! Ama inanın temelsiz bir seçim değil. Genç bir kadının ailesiyle ilgili bir sırrın peşine düşmesini anlatan Stories We Tell’in başarısı, aslında “bundan bize ne?” dedirtecek bir hikâyeyi, ilgi çekici ve evrensel bir dille anlatmasında yatıyor. 109 dakikalık belgeselin sonunda ulaştığınız nokta, başından tahmin ettiğiniz nokta değil. Listeye eklediğime pişman değilim.


9. The Wolf of Wall Street

“Leonardo DiCaprio Oscar’ı çok hak etmişti ama :((” trenine hiç binmesem de, aklımdan çıkmayacak 2013 filmlerinden biri oldu bu film. Yazısı burada.


8. In a World…

Dublaj sanatı her zaman acayip ilgimi çekmiştir. İkisi de dublaj sanatçısı baba / kızın ilginç dinamiklerle örülü rekabetini anlatan In a World…, sırf bu sebepten beni kağıt üzerinde kazanmış olabilir. Bana göre yılın en rahat izlenen, en ilginç komedi filmi; aynı zamanda da yılın en açık biçimde feminist mesajlar taşıyan filmi. Senaryodaki mesajların da ötesinde, filmi yazan, yöneten ve oynayan kişinin genç bir kadın olması da (Lake Bell), feminizm adına büyük bir zafer olsa gerek.


7. Short Term 12

Amerikan bağımsız sinemasına ne kadar ürkerek yaklaşsam da (özenti öğrenci filmlerini anımsatan ve yapmacık sevimlilikler içeren örneklerinden bahsediyorum), bu filmi iyi ki izlemişim. Genç bir yönetmenin, klişelerle çabucak çirkinleşebilecek bir konuyu (açmayın sorunlu ergenler) kendinden bu kadar emin ve tutarlı bir şekilde aktarması takdire değer. Hiç tanımadığım isimlerden oluşan oyuncu kadrosu da senenin en iyilerinden.


6. 12 Years a Slave

“Zaten Oscar’ı aldı, benim listeme de girerse iyice götü kalkmasın,” diyerek buraya eklemeyecektim ama, hadi yine büyüklük bende kalsın! Yazısı burada.


 YARIN: En beğendiğim 5 film...