Ödül ve festival sezonunun klasiğidir; bazı filmler
daha gösterilmeden acayip sükse yapar, haftalarca merak edilir, konuşulur ve
aylar öncesinden galip ilan edilir.
Bugün sinema sitelerine, bloglarına azıcık
bakarsanız, 2 Mart 2014’te
açıklanacak 86. Oscar Ödülleri’nin kesin
(!) galibini şimdiden görebilirsiniz: İngiliz yönetmen Steve McQueen’in yeni filmi, 12 Years A Slave (“12 Yıl Süren
Kölelik”).
Bütün bu yüksek beklentiler ve filmi izleyen az
sayıda eleştirmenden gelen inanılmaz övgüler, benim de merakımı son derece
gıdıklamıştı. Filmin, 9 – 20 Ekim tarihleri arasında düzenlenen 57. Londra Film Festivali kapsamında
gösterileceğini okudum. Fakat buna rağmen biletlerin satışa çıktığı günü
unuttum… ve bütün biletler elbette tükeniverdi.
Normal şartlar altında göstermeye üşeneceğim bir
özveriyle, sırf bu filmin arkasındaki muazzam övgü lobisi yüzünden, 18
Ekim’deki ilk gösterimin bilet kuyruğuna girdim. Yaklaşık 3 saat sonra içerdeydim! (Satılan son iki biletten birini alarak
üstelik.)
“Oha
kerize bak, bir film için o kadar beklenir mi, değse bari,”
diyenleri duyar gibiyim! Ama o bekleyişe değdiğini (saçma bir gururla!) söyleyeyim.
Yalnızca film çok iyi olduğu için de değil.
Meğerse 18 Ekim’deki ilk gösterim 12
Years A Slave’in Avrupa galasıymış. Gerçekten bilmiyordum! Hayatımda
ilk kez böyle bir şey yaşadım. Leicester Square’deki büyük Odeon sinemasının kırmızı halısını salaş montum ve sırt
çantamla hızlı hızlı adımlayarak girdim salona! Filmi yönetmen Steve McQueen ve başrol oyuncuları Chiwetel Ejiofor ve Lupita
Nyong’o’nun katılımıyla izledik; filmin ardından da yönetmen ve oyuncularla
kısa bir soru-cevap etkinliği
düzenlendi.
Yönetmen ve oyuncular ayakta alkışlandı; benim uzaklardaki koltuğumdan böyle gözüktü! |
Bu şanslı hatıra olmasa da aynı şekilde düşünür müydüm bilmiyorum ama, filmi gerçekten çok iyi buldum. Arkasına aldığı büyük ve heyecanlı dalgayı anlayabiliyorum şu an: İzleyicinin karnına yumruk gibi inen sahnelerle dolu, gerçekten çok, çok çarpıcı bir hikâye bu.
1841 yılında karısı ve çocuklarıyla New York’ta
yaşayan özgür bir siyahi adamın, köleliğin en güçlü var olduğu Güney
eyaletlerine kaçırılıp satılmasıyla başlayan 12 yıllık esaret hikâyesini
anlatıyor 12 Years A Slave.
Çalıştırıldıkları çiftliklerde hayvandan da kötü muamele gören siyahi kölelerin
akıl almaz çaresizliği, başroldeki Chiwetel Ejiofor ve genç oyuncu Lupita
Nyong’o’nun acı dolu, hayattan yılmış, umutsuz bakışlarında o kadar net
okunuyor ki… Maruz bırakıldıkları fiziksel işkenceden ziyade yaşadıkları ruhsal
işkenceye kahroluyorsunuz.
Fiziksel işkence meselesine gelince… Filmin çok
konuşulma sebeplerinden biri de inanılmaz
gerçekçi (ve hassas izleyiciler için rahatsız edici) şiddet sahneleri. Cidden, McQueen hiçbir şeyi göstermekten
kaçınmamış denebilir.
Ama şiddet içeren sahneleri bir yana koyarsak,
aslında 12 Years A Slave McQueen’in en ana akım, en rahat izlenen
filmi. Yönetmenin önceki filmleri Hunger ve Shame yer yer sanat
sinemasına göz kırpan, senaryodan ziyade tekrara ve performansa dayanan
işlerdi. 12 Years A Slave ise gerek
bilinen oyuncularla dolu oyuncu kadrosu olsun (Michael Fassbender, Benedict
Cumberbatch, Brad Pitt, Paul Giamatti, Paul Dano), gerek A noktasından B
noktasına ilerleyen geleneksel senaryosu olsun, çok daha “kolay ulaşılır” bir film.
Aynı zamanda rahatsız eden, insanlık hakkında
düşünmeye zorlayan, sarsan, çok güçlü bir film. Eğer bu senenin “En İyi Film” Oscar’ı gerçekten 12 Years A Slave’a giderse, çoook uzun zamandır en beğendiğim
kazanan olacak.
10
üzerinden 9,5