Filmin – aslında hiç de fena olmayan – açılış sahnesinde bütün gün güneş altında çalışmaktan perişan olmuş işçiler hep bir ağızdan “eğ başını, eğ başını / ölene kadar buradasın / yüce Tanrım, ölmeme ne zaman izin vereceksin?” diye haykırırken, aslında iki buçuk saat boyunca Tom Hooper’ın Les Misérables yorumuna maruz kalacak seyircilerin hislerine tercüman olduklarının farkındalar mıydı?!
Çünkü The
King’s Speech zaferinden taze çıkma Tom
Hooper’ın yönetmenliğindeki Les
Misérables’ı izlemek, Toulon
hapishanesinde 19 yıl kürek çekmekten farksız: İkisi de bittiğinde içinizdeki
yaşama arzusu tükenmiş oluyor!
Hooper’dan ziyade, orijinal müzikal suçlanmalı belki
de. Hani, peşin söyleyeyim, müzikal tiyatro bilgisi yüksek olan biri değilim. Ama bence bu müzikalde şarkı yok!
Şarkıdan ziyade, saatler süren duygusal
ağıtlar ve yakarışlar var. Hikâyenin büyük kısmı, ağlamaklı bir ifadeyle havalara
bakıp şarkı söyleyen egoist karakterler üzerinden anlatılıyor. Finale
yaklaştıkça da her şey tam bir ağlatma
pornosuna dönüşüyor.
Ama
yok.
Hooper da suçlanmalı. Filmin yüzde 90’ı, şarkı söyleyen karakterlerin yakın plan suratından ibaret. Yönetmen,
karakterlerin tiyatro sahnesinde değil de, sinema perdesinde olduğunu
hatırlatmak için bunu tercih etmiş olsa gerek; ama ortaya çıkan sonuç son
derece boğucu – iki buçuk saat boyunca sürekli bağırıp sızlanan birinin dibinde
dolaştığınızı farz edin (kız arkadaşınızın adet günü veya ailenizle seyahat
etmek gibi!). Mekân kavramının sıfırlanması da cabası.
Hatta
ve hatta, herkesi ve her şeyi suçlamaya başlamışken Victor Hugo’yu bile suçlayasım var, ama
kitabın uzun versiyonunu okumadığım için haddimi aşmak istemiyorum. Şöyle
diyelim: Film karman çorman, daldan dala atlayan bir konuya ve Hadise’nin son halinden bile daha zayıf
bir olay örgüsüne sahip! Merkezde oturan hikâye “geçmişte büyük hatalar yapmış
bir adamın yeni bir hayata başlama isteği” diye düşünüyordum; ama talihsiz
Fantine, yetim kızı Cosette, Cosette’in yaklaşık 3 saniyede ölesiye âşık olduğu
ördek surat sevgilisi Marius, Marius’u platonik seven Éponine, Marius’un
devrimci arkadaşları, devamında gelen çatışma ve “yaşasın özgürlük, woo hoo!”
sahneleri, bunların hiçbir sebep-sonuca bağlanmaması, sürekli her yerde tesadüf
eseri (!) karşılaşıp duran ve kıyafet değiştirir gibi fikir değiştiren dengesiz
karakterler derken, samimi biçimde şüpheye düştüm: Bu çok karakterli epik hikâyenin gerçekten anlatmak istediği bir şey
var mı, yoksa tek amacı heyecanlı/bol ağlayışlı bir popüler kültür ürünü olmak
mı? Diye sorarak Victor Hugo’ya
laf sokmaya çalışan acıklı ve cahil blog yazarına dönüştüğümün farkındayım!
(Kitabın ciltler halindeki yapısının bu çok
karakterli masalı hakkını vererek anlatmaya daha müsait olduğunu, aynı zamanda
2000 sayfalık bir romanı 2 buçuk saatlik bir filme uyarlamanın imkânsızlığını
not ederek Sayın Hugo’yu ve klasik
eserini elbette toptan çıkaracağım; ama eserin 1862’de ilk yayınlandığında
eleştirmenler tarafından yerden yere vurulduğunu belirtmeden geçemem.)
Les
Misérables hakkında söyleyebileceğim en iyi şey
oyuncularla ilgili olabilir ancak. Filmin gerçek yıldızı elbette Fantine
rolündeki Anne Hathaway: Tek plandan
oluşan I Dreamed a Dream performansı filmin geri kalanındaki şarkıları
mahvedecek kadar etkileyici. Ancak Jean Valjean rolündeki Hugh Jackman ve Éponine rolündeki genç oyuncu Samantha Barks da filmin en akılda kalıcı isimleri arasında. Bu
üçlü, kolaylıkla abartıya kaçılabilecek rollerini ustalıkla oynuyorlar ve
seyirciden duygusal reaksiyon almayı
çok iyi beceriyorlar.
Ancak duygusal reaksiyonun yarattığı illüzyona
kapılmayın. Her ağlatan film iyi film
değildir. Les Misérables, bütün
eksiklik ve zaaflarını, filmin başından sonuna dek bir yükselip bir alçalan
trajedi fırtınasıyla saklamaya çalışmış sanki. Benim gibi duygusuz birini
etkilemeyi başaramasa bile, filmi izlediğim salondaki burnunu çeken kadınlar
korosuna (filmin sonunda perdeyi alkışladılar) ve aldığı Oscar adaylıklarına
bakarak, hedef kitlesini tatmin etmiş diyebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder