31 Ağustos 2011 Çarşamba

Sinema: Ey, sinema üzerine yorum yapan Türk genci!

Herkesin bildiği, muhabbetlerde zaman zaman konusu açılan, klasik filmler vardır ya. İşte bunları herkes biliyor ama siz bilmiyorsanız fena oluyor. Hani çevrenizdekiler “Aaa, hani Kuzuların Sessizliği’nde vardı bu,” ya da The Shining’e gönderme yapmışlar” gibi şeyler söylerken siz kafanızı sallarsınız ya, bilmediğinizi çaktırmamak için! İşte çok fena bir şey o. Üstelik ne kadar çok film izlemiş olursanız olun, muhakkak izlemediğiniz filmin muhabbeti açılır! Kimse Vertigo’dan bahsetmez ama Little Children hakkında susmak bilmezler! Sinir bozucu.

İşte şu sıralar film kültürümdeki bu büyük delikleri doldurmaya çalışıyorum. Kısa süre içinde arka arkaya The Shining, Alien, The Silence of the Lambs gibi filmler seyrettim, psikolojim çok bozuldu! Il Buono, il brutto, il cattivo, hemen ardından Wo hu cang long derken iyiden iyiye kafam karıştı. Daha yolun yarısında bile değilim, IMDb Top 250’ye göre gidiyorsam izlemem gereken 150 film daha var.

Her izlediğim filmden sonra internete girip seyircilerin yazdığı yorumları da okuyorum, uzun iş yani.

Fakat bir ara durup yaptığım işi düşündüm.

Yüz binlerce sinema izleyicisinin ortak kanaati ile oluşturulan listeleri takip ediyoruz. Paylaşım siteleri sayesinde eski filmlere daha kolay ulaşabiliyoruz. Sonra da oturup çeşitli sitelere yorumlar yazıyoruz. “Film izlemek” bireysel bir aktivite değil artık: Bütün aşamalarını (seçme – izleme – yorum yapma) topluluk ile beraber yaptığınız bir aktivite.

İnternet kültürü, sinema kültürünü nasıl etkiledi?

İşte bu noktada, Türk seyircide büyük bir kafa karışıklığı görüyorum!

Sinema sitelerimizde, sözlüklerde 3 çeşit seyirci var. Sıralıyorum.

1) “Adamlar yapmış abi.” seyircisi: Bu tür seyirci beğenmeye koşullanarak izlemiştir filmi. Belli ki bir listenin üst sıralarından seçmiştir, veya bir sözlükte çok iyi yorumlar görmüştür, gaza gelmiştir. Filmi çok beğenmiş ve etkilenmiş olabilir, normaldir; ama bunu ifade ediş biçimi Türk işi fanatizmin doruk noktalarında gezer. “Efsane film!!!”, “Tam anlamıyla bir başyapıt. Nokta!!!!” veya “Bu filme bile bok atanlara yuh demek istiyorum” gibi yorumlar arasında bu filmin nesini beğenmişler, ya da beğenmeyenlere niye öfkelenmişler, bu soruların cevabını bulmak güçtür. Ama film güzeldir, orası kesindir, sonuçta “adamlar yapmış abi”! (İlgili tespit: Mesela Ömür Gedik’in gudik sinema yazıları bu grupta bence!)

2) “Yapıldığı zamana göre güzel olabilir ama ben izlerken sıkıldım.” seyircisi: Özellikle klasik filmlerin altında yer alan yorumlar bu tip seyircilerle dolu. Korku, gerilim, macera/aksiyon türündeki eski filmler, 2000’li yıllarda değişen “eğlence” algısı ile beraber, zaman testine pek iyi dayanamıyor gibi görünüyorlar. İnternet listelerinin üst sıralarını dolduran bu filmler, bu sayede yeni nesil seyircinin de dikkatini çekiyor, ama onları etkilemeyi başaramıyorlar. Bu yeni nesil seyirci, belki “emeğe saygı” duyuyor ama, düşündüğünü dile getirmekten de geri kalmıyor; “Şimdi çekilse kimse izlemezdi”, “Nasıl bu kadar beğenilmiş anlamadım”, “Kubrick değil de başkası çekseydi kimse yüzüne bakmazdı” yorumları gırla gidiyor.

3) “Beğenmediyseniz anlamadınız demektir, GERİ ZEKALILAR!!!” seyircisi: Bir önceki kategorinin can düşmanı. Bu seyirciler fanatiği oldukları klasik filmin birileri tarafından beğenilmeme ihtimalini kaldıramazlar! Söz konusu film o kadar sembollerle dolu, o kadar alt metin zenginidir ki; beğenmemiş olmanız sizin cahilliğinizi, beğenmeniz de yüksek kültür seviyenizi kanıtlar! “Beğenmedim çok sıkıcıydı yeaaa,” diyen yorumcu, “Bu film aslında Amerikan halkının Kızılderili soykırımı karşısındaki unutkan ve umursamaz tavrını anlatıyor, sen bunu bile anlamadan konuşamazsın DANGALAK!!!” cevabını almaya mahkum. Bu gruptaki seyircinin çok aşırı bir örneği olarak, tartışılan filmdeki bütün ıvır zıvır sembolleri, alegoriyi, alt metni vs. sıraladıktan sonra, sözlerini “Zaten internetten bedava film izleyerek yorum yapamazsın, sen tam bir Tayyipçisin, TAYYİPÇİ!!!!” diye tamamlayan gözü dönmüş bir manyak da görmüştüm.

İşte bu üç çeşit seyirci, sinema forumlarımızda ve sözlüklerde yıllardır birbirlerini yiyip durdular! İnternet kültürü ve sosyal ağlar, bizi bir araya getirmekten ziyade, daha çok kutuplaştırdı – sadece sinema için değil, gündemdeki her şey için geçerli bu.

Şimdi, yanlış anlamayın. Karşıt görüşlerdeki insanlar tabii ki tartışsınlar, fikirlerini ortaya koysunlar, kapışsınlar. Ama unuttuğumuz şey şu: Sinema zevki sübjektiftir. IMDb’de 636 bin 682 kişinin The Shawshank Redemption’ı çok beğenmiş olması, onun yapılmış en iyi film olduğunu göstermez. Daha fazla zevk aldıysanız, yapılmış en iyi film sizin için The Princess Diaries bile olabilir. Veya The Princess Diaries’den tiksinmiş olmanız, o filmi başkasının sevemeyeceği anlamına gelmez.

Sinema zevki sübjektiftir.

Yaptığımız bütün yorumlar, içerdikleri sebep-sonuç ilişkisine dayalı gözlemler kadar değerlidir. “Beğendim çünkü…” veya “Çok kötüydü çünkü…” ile başlayan yorumlar, belki tartıştığınız kişinin fikrini değiştirmeyecektir (zaten ne değiştirebilir ki?), ama en azından tartışmalarımız değer kazanır, bir düşünce dile gelmiş olur.

Saydığım üç kategoriye gelince. “Adamlar yapmış abi.” seyircisi için diyecek lafım yok. Hatta ben bu adamları seviyorum; “sebep-sonucu” tamamen yoksaysalar da, en azından izlemişler, beğenmişler ve başkalarına öneriyorlar. Makul. Haa ama bu seyircilerin arasından “ben bir sinema yazarıyım, SİYAD üyesiyim, hömm” diye geçinen bir Ömür Gedik çıkarsa o noktada ifrit olurum, gerilirim, onu belirteyim!

“Yapıldığı zamana göre güzel olabilir ama ben izlerken sıkıldım.” seyircisi, o eski filmleri izlemeniz karşılığında kimse size çılgın bir eğlence vaat etmiyor. Özellikle korku veya görsel efekte dayalı filmlerin günümüzdeki örneklerinin çok daha dinamik ve gerçekçi bir deneyim sunduğu zaten ortada, ama güzel film her zaman güzeldir. Beğenmediyseniz çekildiği döneme veya ünlü yönetmenine çamur atmayın, açık açık söyleyin, ne var bunda, sonuçta “sinema zevki sübjektiftir”! Mesela ben The Shining’i beğenmedim! Oh valla söyledim rahatladım.

“Beğenmediyseniz anlamadınız demektir, GERİ ZEKALILAR!!!” seyircisi; en çok sana kılım. Sebep-sonuç iyidir dedik ama vur diyince öldürüyorsun. Bir filmi beğenmek için süper dikkatli bir sembol çözücü veya alt metin okuyucu olmaya gerek yok. Hatta bana kalırsa iyi film, semboller üzerinde yükselir ama sembolleri çıkarıldığında da ayakta kalabilmelidir. Diğer seyirciler üzerinde entellik taslayarak kendimizi tatmin etmeyelim, daha mütevazı takılalım bence, ha?

Sevgili okuyucular, gelin bu toplumsal kavgayı beraber çözelim! Hollywood’un Türk milleti üzerinde oynadığı oyunlara gelmeyelim! Milli birlik yolunda önemli bir adım atmak istiyorsanız bu yazıyı herkesle paylaşın bence! Ha tabii unutmayın, bunların hepsi benim sübjektif görüşüm…

Sinema: Horrible Bosses


Horrible Bosses’ın üç kafadarının anlık öfkeyle en başta kavrayamadıkları şey şu: Birine çok öfkelenseniz de, nefret ettiğiniz kişinin vahşi bir cinayeti herkesten fazla hak ettiğine gerçekten inansanız da, öfke geçer. Çoğu zaman fark edemediğimiz bir bilgi bu. Bir gün olur da bir tarafıma dövme yaptırırsam bunu yazdıracağım, ki her zaman aklımda bulunsun. Ciddiyim. ÖFKE GEÇER.

Bu tavsiye, özel ve profesyonel hayatınızda karşılaştığınız birçok problemin üstesinden soğukkanlılıkla, kolayca gelmenizi sağlayabilir; fakat Horrible Bosses’ta kimsenin böyle düşünmemesi tamamen biz seyircinin şansı: Çünkü ortaya çıkan durum gerçekten komik.

Yazının tamamı:

http://www.sivrisinema.com/komedi/patrondan-kurtulma-sanati-horrible-bosses-2011/

14 Ağustos 2011 Pazar

Sinema: Rise of the Planet of the Apes


1968 yapımı ilk Planet of the Apes, hem yarattığı alternatif dünya ile seyircide merak ve hayret uyandırıyor, hem de içerdiği mesajıyla seyirciyi insanoğlunun evrendeki rolünün haklılığını sorgulamaya itiyordu. Film, bir aksiyon/macera filmi olarak değil, tamamen ve sadece bu iki değer üzerinde yükseliyordu.

2011 yapımı Rise of the Planet of the Apes, belki de işlediği konu nedeniyle (maymunlar nasıl bilinç kazanmışlar ve hangi motivasyonla dünyaya hükmetmişler?), bu iki değerden yoksun. Üstelik orijinal yapımdaki karizmatik Charlton Heston yerine, oyunculuğu gözümde sonsuza dek 2011 Oscar Ödül Töreni’ndeki dengesiz ve umursamaz tavırlarıyla lekelenmiş James Franco ile idare etmek zorunda. Bu eksiklikler nasıl kapatılmış peki? Çağırın Andy “Gollum” Serkis’i, dayayın efekti CGI’yı, olsun size mis gibi film.

Eh, mis gibi olmamış işte.

Maymun/insan dostluğu sahneleri yürek ısıtan cinsten olsa da, son 20 dakikadaki çatışma sahneleri son derece sürükleyici ve başarılı çekilmiş olsa da; orijinal filmin pek güzel işlediği sosyopolitik mesaj olmadan “Maymunlar Gezegeni” fikrinin hafif bir fantastik maceradan öteye gitmesi mümkün değil.

Orijinal film “İnsanlar vahşi yaratıklardır ve yıkım getirirler” deyip, özellikle çekildiği Soğuk Savaş dönemi hükümetlerine adeta bir uyarı niteliği taşırken, 2011 yapımı Rise of the Planet of the Apes aynı distopik fanteziyi kullanarak bize ne demeye çalışıyor? Hayvan deneylerini mi eleştiriyor? Kapitalist ilaç firmalarını mı? Bu fikirlerin hiçbiri filmin sonuna kadar takip edilmiyor.

Filmde birçok sahne 1968 versiyonunun adeta aynası niteliğinde; Parlak Göz’ün kafesinden ortalığı birbirine katarak kaçışından tutun, klasikleşmiş “Kirli pençelerini üzerimden çek, seni lanet olası iğrenç maymun!” repliğine kadar bir sürü göndermeyle dolu. Fakat bu hoş detaylar bir handikapı da beraberinde getiriyor: Eğer bu film orijinal filmi hatırlatmak için bu kadar uğraşmasaydı, ben seyirci olarak hiçbir mesaj aramadan, basit bir aksiyon filmi olarak izlerdim Rise of the Planet of the Apes’i. Bu haliyle ise ne olmak istediğine karar verememiş, karaktersiz bir film görüyorum karşımda. Beklentileri sinema lobisinde bırakarak gayet eğlenceli bir 100 dakika geçirebilirsiniz, ama daha fazlasını aramayın.

Not: Maymun Ceasar’ı oyuncu Andy Serkis’in canlandırdığını bilerek izledim ve pişmanım; maymuna her baktığımda Gollum’u, hatta Serkis’in bizzat kendisini gördüm! Başkasına da oldu mu bu?

Not 2: Arkadaşımın tek cümlelik “Maymunlar Cehennemi” eleştirisi: “Çok fazla maymun vardı.”


10 üzerinden 6.5

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Sinema: Harry Potter and the Deathly Hallows - Part II


***Spoiler içerir.***


Harry Potter bitti.

Dün akşam çocukluğumun bir parçası Caddebostan Kültür Merkezi’ndeki AFM sinemasının 2. salonunda kaldı.

Gece 00.00’da başlayan seans fikir olarak harikaydı, pratikte de iyi işledi; salonda yalnızca serinin – benim gibi – azılı hayranları vardı. Önemli yerlerde çıt çıkarmadan, komik yerlerde kahkahalar ve alkışlarla izledik, çocukluğumuzun büyük kısmını bizden çalan bu hain filmi.

İzlediğimiz şey, Harry Potter seven bir sinema izleyicisi için mükemmel, sinema seven bir Harry Potter hayranı için tatmin edici olmaktan uzaktı.

Part I için yazdığım eleştiriyi hatırlarsanız, benim kitaplar konusunda takıntılı bir hayran olmadığımı bilirsiniz. Kitap ve sinema iki farklı medyadır ve daha iyi bir sinema dili elde etmek adına, kaynak materyalin esnetilmesi gayet normaldir. Nitekim bu filmde de epey bir esnetme, ekleme, çıkarma söz konusu ve benim bununla bir sorunum yok. Hatta Harry’nin cesurca Snape’in karşısına dikilmesi, Voldemort’un herkesin zihnine nüfuz etmesi, Harry ve Voldemort’un kol kola şato etrafında çılgın atması; (bu sonuncusu salonda kahkahalarla karşılandı!) ben bunları sevdim bile. (o pek güldüğünüz Harry-Voldemort mehtap gezisi sahnesi, ikilinin arasındaki kaderden de öte bağı ve ayniliği vurguluyordu!)

O zaman sorun nerde? Bana göre sorun şu ki; biz, 12 yılını bu karakterlerle geçirmiş ve onlarla büyümüş nesil olarak, daha fazla duygusal tatmin hak ediyorduk. Anlam veremediğim bir şekilde, sanki bile isteye duygudan arındırılmış bir film var önümüzde. Dikkat edin, “daha ağlayışlı bi film olsaydı keşke!” demiyorum! Film çok önemli sahneleri öyle soğukkanlı geçiyor ki; ne Fred’in ölümüne üzülebildim, ne de Voldemort’un düşüşüne sevinebildim. İlk olay “Aaa, Fred ölmüş. Neyse biz işimize bakalım,” şeklinde gerçekleşirken; Voldemort ÇOK ŞÜKÜR sonunda öldükten sonra – Harry dâhil – hiç kimseden doğru düzgün bir sevinme tepkisi gelmemesi, 8 film boyunca adeta ŞİŞEN biz seyircileri ihtiyaç duyduğumuz rahatlama hissinden mahrum bırakıyor.

Tribünlere oynamadığı, arabeske prim vermediği için filmi övebilirsiniz belki, ama arabeske kaçmadan duygu olmuyor mu? Snape’in hikayesi beni en fazla tatmin eden yer oldu mesela: Hem fazla kısıp kesmeden, aceleye getirmeden verilmiş; hem de hayranların beklediği bütün hissiyat noktalarına dokunulmuş. Ben şahsen tatmin oldum!

Şu noktaya kadar bir Harry Potter hayranı olarak yaptığım eleştiriye, bir sinemasever olarak şunları eklemezsem haksızlık etmiş olurum: Bu film gerçekten çok iyi. FİLM OLARAK, beklentilerin çok çok üstünde. Kendi kategorisindeki klasik filmlerle rahatça kapışır ve döver seviyede (belki The Return of the King hariç). Filmin temposu, görüntü yönetimi, oyunculuklar mükemmel. Bütün aksiyon filmlerinin en büyük derdi seyircinin kahramana inanmasını sağlamak, onları kahramanı tamamen destekler ve onun için endişelenir duruma getirmektir. Yedi filmin ardından bu filmin zaten böyle bir sorunu yoktu, fakat Harry Potter rolünde Daniel Radcliffe o kadar ikna edici ki, seyirci birinci dakikadan itibaren kendini filmdeki durumla özdeşleştiriyor ve akıl uçuran bir rollercoaster yolculuğuna çıkıyor.

Zaten bütün seriyi izlemek bir rollercoaster yolculuğu gibi değil miydi aslında? Çok iyi yerler de vardı, çok amatör çekilmiş sahneler de; karanlık olmasına karanlıktı bütün filmler ama çocuksu merak duygusu hep bakiydi. Bu dengeyi tutturmaksa önemli olan, biz Harry Potter hayranları aslında çok şanslı değil miydik? Özellikle ilk Harry Potter’ın ardından sürüyle gelen diğer franchise serilerle karşılaştırırsak.

Hüzünlüyüm, ama bu yüzden mutluyum da. Dün gece benimle ilk seansı paylaşan yaşıtlarıma, çıkışta neşe içinde filmi tartışan kalabalık arkadaş gruplarına baktıkça; Hogwarts’ın, bu muazzam kaçış dünyasının, en azından bu neslin hatıralarında yaşayacağını biliyorum.

Bu arada, arkadaş grubu demişken! 12 Temmuz 00.00 seansında Caddebostan Kültür Merkezi AFM 2. salonda F-12/F-13/F-14 numaralı koltuklarda oturan kızlar! Anladık kitapları çok seviyorsunuz ama film boyunca 1 dakika çenenizi kapatmadınız yahu! Bir gün oturup kitapları beraber tartışalım isterseniz ama sinemada azıcık sessiz olaydınız iyiydi! Sevgiler!


10 üzerinden 7.5

12 Temmuz 2011 Salı

Sinema: Harry Potter



İlk Harry Potter kitabını 1999 yılında okumuş, özel bir şeyle karşı karşıya olduğumu hemen anlamıştım.

Söylememe gerek yok herhalde ama Harry Potter benim gençliğimi yiyen şeydir!

Hayatımda Harry Potter olmayaydı belki şimdi kendi romanlarını basmış bir yazar, kendi icadının patentini almış bir mucit, ne bileyim, olimpiyatlarda yarışmış en genç Türk eskrimcisi falan olabilirdim! Harry Potter zamanımı ve hayalgücümü öyle bir ele geçirdi ki, şu anda kendisini bu kadar çok sevmekten nefret ediyorum, bu da böyle bir manyaklık işte.

Birazdan son Harry Potter filmini izleyeceğim. Pottermore falan derken J. K. Rowling bizi yemeye devam edecek muhtemelen ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak tabii. Çocukluğum bugün sona erecek.

Son filme hazırlanırken bütün filmleri oturup bir daha izledim ve ufak notlar aldım...



Harry Potter and the Philosopher’s Stone (2001)


Serinin en çocuksu filmi, fakat bunu kötü anlamda söylemiyorum. Felsefe Taşı, seriye tam da ihtiyacı olan başlangıcı sağlıyordu: Hayatta hiçbir şeye sahip olmayan bir çocuğun, kendi gerçekliğinden kaçarak mucizelerle dolu bir dünyaya adım atışı… Kimi zaman meraklı, kimi zaman şaşkın. Harry hayatında ilk kez kendi sesini bulurken; tüm zamanların en başarılı film serisi de ihtiyacı olan gizemli tonu çok iyi yakalıyordu. Hatırladığınızdan çok daha iyi. Sonrasında gelen onlarca amatörce çekilmiş ve kötü tasarlanmış fantastik uyarlamaları düşünürsek, Potter hayranları gerçekten çok şanslıydı.



Harry Potter and the Chamber of Secrets (2002)


Devam filmlerinin kaçınılmaz “daha karanlık!” vaadinden nasiplenen ikinci film, birinci filmden daha profesyonel, ama sanki daha soğuk. Şahsen benim en sevdiğim kitaptır Sırlar Odası, kısalığına rağmen bütün detayları mükemmel bir biçimde verir ve olay örgüsü olağanüstü sıkı işlenmiştir. Film bu sıkı olay örgüsünü elinden geldiğince aktarmaya çalışıyor, fakat kullanmak zorunda olduğu “blockbuster” sinema dili, kitapta yaşadığım “vay anasını!” duygusunu yaşamama izin vermiyor (kitabı okurken, her şeyin açıklandığı son bölümlerde bütün kitap boyunca okuduğunuz ufak detaylar bir araya geliyor ve aklınızı uçuruyordu!) Lucius Malfoy rolünde Jason Isaacs ve pek özlediğim Gilderoy Lockhart rolünde Kenneth Branagh çok iyi – serinin oyuncu seçimi konusundaki uzmanlığının bir işareti. Ayrıca son rolünü oynayan Richard Harris’in Dumbledore’unu o kadar özlüyorum ki.



Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004)


Baştan söyleyeyim: Serinin en iyi filmi. Yönetmen Alfonso Cuarón, ilk iki filmin nispeten aydınlık renk paletinden kurtulup, seriye (sonraki yönetmenlerin de sahip çıktığı) “daha karanlık ve yetişkin” bir atmosfer yediriyor. Ama bunu yaparken filmin sihrini ve çocuksuluğunu öldürmüyor; melankolik fakat dinamik bir dil yakalıyor. Başrol oyuncuları sanki ilk kez kendilerini oynuyorlar, kendi seslerini bulmuşlar; fakat gene de kafamızda yarattığımız Harry-Ron-Hermione’den farksızlar. Zaman bükücü-sürprizli son ise, nerdeyse kitaptan bile daha eğlenceli. Yeni hocalar David Thewlis ve Emma Thompson (Remus Lupin ve Sybill Trelawney) çok iyi, fakat yeni Dumbledore Michael Gambon, sinir bozucu ve anlamsız asabiyetinin ilk işaretlerini bu filmde gösteriyor.



Harry Potter and the Goblet of Fire (2005)

Baştan söyleyeyim: Serinin en kötü filmi. Nerden başlasam ki? Herkes ilk 3 filmde oturtulan ve alışıp sevdiğimiz karakterlerinden farklı davranıyor. “Sakin güç” diye bildiğimiz Dumbledore’un etrafındakileri bir sopayla dövmediği kalıyor. Harry bir noktada kendisine gösterilen ilgi ve tezahüratlardan zevk alır hale geliyor, daha fazlasını istiyor. Ron sebebi doğru düzgün verilmeden, kıskançlık tripleri atan genç ve gergin bir ergene dönüşüyor. Çok sevdiğimiz yan konulara güya zaman kalmıyor (Hermione’nin evcini hareketi, Quidditch Dünya Kupası) ama turnuvanın aksiyon sahnelerine bol bol vakit bulunuyor. Olup biten hiçbir şeyin doğru düzgün bir açıklaması da verilmiyor. Rita Skeeter’ın, Barty Crouch’un oradaki fonksiyonları ne, Harry ve Voldemort’un asası neden birbirine karşı çalışmıyor, ve daha bir sürü şey… Son sahnelerde Dumbledore Harry’yi odasında ziyaret ettiğinde “hah, şimdi her şey açıklanacak” diyorsunuz ama yoo, Dumbledore “önemli olan sevgidir” ayarında şeyler söyleyip gidiyor. Çekimler ve sinematografi de bir önceki filme göre pek bir amatör. Off, yemin ediyorum yazdıkça daha da tiksindim.


Harry Potter and the Order of the Phoenix (2007)


Bu filmin ve bundan sonraki bütün filmlerin yönetmeni David Yates, seriye ihtiyacı olan ciddiyet ve gerçekliği kazandırdığı için övülür genelde; fakat kendisini aynı sebeplerden dolayı eleştirmek de lazım: Yates, Harry Potter filmlerinden sihir ve büyüyü çıkaran kişidir. Kitapların giderek bir politik dramaya dönüşmesi ve ağırlaşması bunu gerektiriyordu belki, evet, bu anlamda yönetmen iyi bir iş çıkarmış bile denilebilir; fakat acaba daha farklı olabilir miydi diye düşünmeden edemiyorum. Zümrüdüanka Yoldaşlığı benim seride en az sevdiğim kitaptır. Diğer bütün kitapların başını ve sonunu birbirine bağlayan sağlam bir olay örgüsü varken, bu kitap sanki “Voldemort geri döndü, bakalım şimdi neler olacak”tan ibaret gibidir. Film, bu dağınık malzemeden bir mesaj çıkarmayı başarıyor: “Yalnız hareket etme; birlikten kuvvet doğar.” Sırf bu açıdan bile bu filmi başarılı buluyorum. Sirius’un oldu bittiye getirilen ölümünü bile unutmaya hazırım. Umbridge rolündeki Imelda Staunton da çok iyiydi zaten. Ne diyeyim, bundan iyisi can sağlığı.



Harry Potter and the Half-Blood Prince (2009)


Sanırım Azkaban’dan sonra en sevdiğim ikinci film. Hortkulukları, Melez Prens’in gerçek kimliğini ve bunun gibi önemli detayları çok sakar ve şaşkın bir biçimde verse de; ben bu filmin ritmini seviyorum: “Dışarıdaki karanlık büyüse bile, hayat devam ediyor” mesajını bu ritim sayesinde çok iyi aktarıyor. Bruno Delbonnel’in enfes sinematografi çalışması filme ihtiyacı olan sihri yeniden üflüyor adeta. Melez Prens, Dumbledore’a hüzünlü bir veda mektubu gibi gelir bana; Dumbledore ilk kez bu kadar konuşkan ve dobradır, onun yüceliğine ve yalnızlığına en çok bu kitapta şahit oluruz. Film de aynı duyguyu vermeye çalışmış fakat Sirius’un ölümü gibi, Dumbledore’un ölüm sahnesi de o kadar dandik ki, neredeyse bir çuval incir berbat edilmiş. Horace Slughorn rolünde Jim Broadbent hayal ettiğimden uzak bir portre çizmiş ama gene de etkileyiciydi.



Harry Potter and the Deathly Hallows – Part 1 (2010)

Sanırım en sevdiğim üçüncü film. İlk altı filmin seyirciyi alıştırdığı “Harry Potter Privet Drive’dan olaylı bir şekilde ayrılır – okula gider – okulda yeni hocalarla tanışır – gizemli olaylar olur – gizemli olay epik bir yüzleşme ile çözülür – okul biter” kalıbını silip atan bu film, ağır temposu yüzünden eleştirilere maruz kalmıştı ama ben tam da bu yüzden sevmiştim: Kitabın büyük kısmı da zaten kocaman ve çaresiz bir bekleyiş halini anlatıyordu. Umutsuzluk ve korkuyu bir araya getiren ve bunu seyirciye aktarmayı başaran aksiyon sahneleri ve 10 yıldır bu seriyle büyümüş bir jenerasyon için taşıdığı duygusal yük için bile, “Amaan, afacan büyücünün maceraları değil mi bunlar, çocuk filmi” diyen alaycı insanların bu filmin DVD kutusuyla dövülmesi gerek.