3 Ocak 2011 Pazartesi

Sinema: Black Swan


***İster istemez spoiler içeriyor olabilir***

Açıkçası baleye olan ilgim yok denecek kadar az. Ya da hiç uğraşmayayım, baleye ilgim “yok”. Daha açık anlatayım: Baleye o kadar ilgisizim ki, uzunca bir süre bu filmde kullanılan tema müziğinin Jeanette Biedermann’ın “How It’s Got To Be”* isimli şarkısından çalıntı olduğunu zannettim! Ta ki aslında o şarkının Çaykovski’ye ait Kuğu Gölü balesinden bir melodiyi sample’ladığını keşfedene dek!

Yönetmen Darren Aronofsky’nin bu seneki filmi Black Swan, “çok güçlü olmaya çalışırken kendi güçsüzlüklerine yenik düşen bir zavallı”nın hikayesini anlatıyor. İki sene önceki filmi The Wrestler gibi. Ya da 10 sene önceki Requiem For A Dream gibi. Aronofsky’nin kullanmayı çok sevdiği bu hikaye kalıbı, aslında kendi kariyerinin geldiği noktayı da özetliyor: Daha başarılı bir film elde etmek için eski filmlerinin güçlü ve beğenilen yönlerini tekrar tekrar kullanan yönetmen, kendi yarattığı klişeler altında eziliyor ve zayıf bir filme imza atıyor.

Black Swan’da, yüksek hedefleri olan yetenekli fakat acemi bir balerinin hayatının rolüne hazırlanmak için ne kadar ileri gidebileceğini izliyoruz. Filmin konusunu anlatmayacağım. Sadece (filmdeki tiyatro ekibinin de sahneye koyduğu) Kuğu Gölü Balesi’nin konusunu anlatmakla yetineceğim: Güzel fakat narin prenses, kötü kalpli bir büyücünün büyüsü ile gün ışığında beyaz bir kuğuya dönüşmektedir. Beyaz Kuğu, yakışıklı prens ile tanışır ve tam mutluluğa kavuşacakken, büyücünün kızı Siyah Kuğu prensin aklını çeler ve böylece iki aşığı sonsuza dek lanetler. Aşıkların bu dünyada ulaşamadıkları mutluluğa ulaşmaları için geriye tek bir yol kalmıştır…

Şimdi de neden film yerine balenin konusunu anlattığımı söyleyeyim. Black Swan, aslında Kuğu Gölü Balesi’nin güncel bir yorumu.

Fakat durun. Bu çıkarım,The Matrix Revolutions aslında İsa’nın göğe yükselişini anlatıyormuş!” tadında, yoğun bir okuma gerektiren bir çıkarım değil. Hayatında Kuğu Gölü Balesi’nin konusunu ilk kez duyan benim, normal şartlar altında böyle bir çıkarımda bulunabilmem de söz konusu değil.

Filmin sorunu işte bence bu: Aronofsky, bütün film boyunca “Ehehe, bir balerinin hikayesini anlatıyor gibiyim ama aslında çaktırmadan Kuğu Gölü Balesi’ne güncel bir yorum katıyorum, zeki miyim neyim! *çapkınca göz kırp!*” demekten kendini alamıyor. Seyirciye yorum yapabileceği bir alan bırakmak yerine, bütün filmi bu Kuğu Gölü hikayesine öyle bir yaslıyor ki, yönetmenin ulaşmaya çalıştığı noktaya seyirci filmin ortasında ulaşıyor ve geriye kocaman bir karın ağrısı kalıyor.

Bu “karın ağrısı” boyunca Aronofsky’nin klasik “kendini kaybederek dibe vurma” kurgusunu izliyoruz. Ama bu kurgu, bu filmde “klasik” olmaktan çıkıp yönetmenin kendi “klişe”sine dönüşüyor… Üstelik diğer filmlerinin aksine Aronofsky, bu filmindeki “kendini kaybetme” kurgusuna ucuz Hollywood korkutmacalarını da ekliyor… ve farkında olmadan filmini ucuzlaştırmış oluyor (kendini kaybederek dibe vuran kendisi oluyor yani, *çapkınca göz kırp!*).

Natalie Portman, zayıf karakterli balerin Nina rolünde iyi, “çok iyi dans ediyor olması acaba sıradan oyunculuğunu örtbas mı ediyor” diye düşünmedim değil ama bu sene En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alırsa üzülmem (Akademi bunun gibi büyük çaba gerektiren rollere bayılır zaten). Filmde Portman’dan bence rol çalan isim ise, Nina’nın tehlikeli arkadaşı Lily rolündeki Mila Kunis.

Sonuç olarak Black Swan, çok güzel görünen, iyi performanslar içeren, ama artık hepimizin bildiği “sürprizli korkulu karanlık atmosfer” oyunlarına yenik düşen, vasat bir film.

Bu kadar sevilmesinin sebebi olsa olsa seksi lezbiyen faktörü (!) ve kitlesel seyircinin bayıldığı “meğerse şöyleymiş” diyen finali olsa gerek. Oysaki tecrübeli seyirci “sürprizli sonu” tamı tamına ilk 4 buçuk dakikada anlıyor… Seksi lezbiyen faktörüne ise diyecek lafım yok!

Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim: Tamamen kişisel beğenilerimle ilgili bir sorun olsa da, filmi beğenmememin en önemli sebeplerinden biri şu düşünceyi bir türlü kafamdan atamamam: “Kimin umurunda? Alt tarafı bale!”

10 üzerinden 5.5



*Jeannete Biedermann, "How It's Got To Be"

29 Aralık 2010 Çarşamba

Sinema: Winter's Bone


Yalın, soğuk, sert ama umut dolu… Filmin ana karakteri Ree’yi betimleyen bu sıfatlar, aslında filmin kendisini de çok iyi anlatıyor.

Yönetmen Debra Granik’in ikinci filmi Winter’s Bone, çok az kişinin bildiği vahşi ve soğuk bir coğrafyanın vahşi ve soğuk insanlarını, neredeyse bir belgesel gerçekliği ile takip ediyor. Sonuç, olabildiğince sade ve büyüleyici güzellikte bir film…

Winter’s Bone, 17 yaşındaki Ree Dolly’nin soğuk bir orta Amerika köyünde hasta annesi ve iki kardeşi ile beraber hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Ree, bütün hayallerini askıya alıp bütün zamanını kardeşlerine bakarak geçirirken, karanlık işlere bulaşan ve bir süredir eve dönmeyen babasının oturdukları evi kefil olarak verdiğini öğreniyor… ve sokakta kalmamak için babasını köy köy aramaya başlıyor.

Ree, bu arayışına başlayınca, bizler de bu küçük dağ topluluğunu daha yakından tanımaya başlıyoruz. Herkesin birbirini tanıdığı, hatta uzaktan akraba olduğu, her türlü dedikodunun çok hızlı yayıldığı, çok kıpırtısız dursa da aslında içten içe kaynayan, karanlık bir topluluk bu. Her türlü kanunsuz iş mevcut. Herkes bilse de, kimse sesini çıkarmıyor. Çünkü bu büyük “ailede”, herkes kendi ayakları üzerinde durmayı biliyor.

Ree’nin de bütün çabası bu… Kendi kendine yetebilmek… Yaşadığı coğrafya ve acımasız hayat şartları, onu büsbütün sert ve soğuk bir kız yapmış. Bütün akrabaları gibi, onun da hayatta kalma içgüdüsü çok kuvvetli. Çaldığı bütün kapılar ona bir bir kapansa da, o yoluna devam edecek. Çaresizlik ve gurur arasındaki ince çizgide, ailesi için en iyi olanı yapmak adına her türlü fedakârlığa hazır. Bu yolculukta hem kendini, hem içinde yaşadığı katı hiyerarşik düzeni, hem de (ancak ortak sorunları nedeniyle bir araya gelebildiği) soğuk ve güçlü amcasını yeniden keşfedecek.

Fotoğraf güzelliğindeki görüntü yönetimiyle de ön plana çıkan film, bu arada kendi starını da yaratıyor: Muhteşem bir çıkış performansıyla genç Jennifer Lawrence. Lawrence, çok katmanlı rolünün altından muazzam bir başarıyla kalkıyor. Filmin sonlarındaki çözüm sahnesinde (spoiler olmasın diye söylemiyorum) verdiği tepkiyi seyrederken tüylerim diken diken oldu yeminle, şimdi bile aklıma geldikçe ürperiyorum hatta! Gerçekten yılın en iyi performanslarından biri, hatta muhtemelen en iyisi ama daha görmediğim filmler var tabii.

Winter’s Bone, hiçbir klişe kullanmadan, sadece söylemesi gerekeni söyleyen, çok sade, ama buna rağmen nasıl oluyorsa aynı zamanda epik bir anlatıma sahip, gerçek bir “sinema” deneyimi.

Yarattığı karanlık (fakat umut dolu) atmosfer ve “tek başına ayakta kalmaya çalışan güçlü kız” figürü ile bu yılın Precious’ı olduğu söylenebilir. Fakat ondan daha iyi. Geçen sene En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu heykelini Precious’ta ürpertici güzellikte bir performans çıkaran genç Gabourey Sidibe’ye değil, Sandra Bullock’a (!) veren Akademi, aynı haksızlığı umarız bu sene de tekrarlamaz.

10 üzerinden 9

17 Aralık 2010 Cuma

Sinema: The Kids Are All Right


“Bu alışılmadık aileye!” Filmin belki de en kritik sahnesinde Mark Ruffalo’nun canlandırdığı Paul karakteri kadehini işte böyle kaldırıyor. The Kids Are All Right için en güzel tanım da bu aslında: Sıradışı bir “aile” güzellemesi.

Filmin akıllara zarar konusu şöyle: Nic ve Jules (Annette Bening ve Julianne Moore) beraber yaşayan lezbiyen bir çifttir. Aynı sperm donöründen aldıkları sperm ile ikisi de hamile kalır ve (aslında üvey kardeş) iki çocuk dünyaya getirirler. Yıllar sonra büyük çocukları Joni (Alice In Wonderland’den sonraki ilk rolüyle Mia Wasikowska) 18 yaşını doldurduğunda biyolojik babasını tanımak ister. Biyolojik baba Paul’ün hayatlarına girmesiyle ailenin bütün dengeleri değişir…

Gördüğünüz gibi filmin konusu izleyiciyi son derece yabancılaştırıcı. İlk sahnelerde bu “iki anneli” aileyi seyretmek izleyiciyi filmden bir parça uzaklaştırıyor. Fakat bu ilginç ailenin diyaloglarına ve birbirleri ile etkileşimlerine tanık oldukça, aslında onların da herhangi bir orta sınıf Amerikan ailesi olduğuna inanıyorsunuz… Bir süre sonra cinsiyetleri görmemeye başlıyorsunuz. Filmin en büyük yeteneği de işte bu: Bu olağanüstü aileyi, bütün sorunlarıyla, mutlu anlarıyla, çatışmalarıyla olağan bir aileye dönüştürmesi.

The Kids Are All Right bir büyüme hikayesi. Nic ve Jules’un “demokratik-fakat-disiplinli” çocuk yetiştirme tarzına hiç uymayan Paul, “çocuklarıyla” iletişim kurabilmek adına herkesle kaynaştıkça, tüm aile tam bir sınavdan geçiyor. Bütün bireyler kendilerini sorguladıkları bir yolculuğa çıkıyorlar… ve sonunda da “büyüyorlar”. Filmin sonunda, filmin adındaki “kids” öznesinin aslında çocuklar değil, ebeveynlerin ta kendisi olduğunu anlıyoruz.

Yetenekli ve zeki senaryosu, hiçbir şeyi aceleye getirmeyen fakat hiç sıkmayan kurgusu bir yana, The Kids Are All Right en çok oyunculuklarıyla yükseliyor. Annette Bening, en çaresiz anlarda bile kurallardan ve “doğru olanı yapmak”tan vazgeçmeyen problemli anne rolünde, kontrollü oyunculuğuyla resmen döktürüyor. Onun ilgiye ve takdire muhtaç, “müzmin kaybeden” karısı Jules rolündeki Julianne Moore’un performansı hayranlık uyandırıcı, ama şanssızlığı, rol arkadaşı Bening’in kendisini gölgeliyor olması. Geçen sene A Single Man’de çıkardığı harika performansla Oscar adaylığı alamayan Moore, maalesef bu sene de Annette Bening’in gölgesinde kalıp görmezden gelinecek gibi duruyor. (Bu arada cidden, geçen sene En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu kategorisindeki beşinci adaylık Crazy Heart’taki basit rolüyle Maggie Gyllenhaal’un değil, kesinlikle Julianne Moore’un olmalıydı.)

Tim Burton’ın hayal kırıklığı yaratan masal uyarlaması Alice In Wonderland’de benim sinirime dokunan, gıcık bir Alice karakteri çizen Mia Wasikowska, aradığı şeyi tavşan deliğinden ziyade bu küçük California banliyösünde bulmuş gibi. Çok rahat ve çok iyi oynuyor. Çıkışı pek parlak olmasa da geleceği sağlam görünüyor diyebiliriz.

Sonuç olarak The Kids Are All Right, “aile filmi” olmayan bir “aile” filmi… Zekice yazılmış, yer yer komik, uzak görünen ama aslında yakın, son yarım saate kadar çaktırmasa da aslında “sıcak” bir film. Bu seneki Oscar Ödülleri’nde birden fazla adaylık ile karşımıza çıkar diye düşünüyorum.

10 üzerinden 7.5

8 Aralık 2010 Çarşamba

Gündem: Bil Bakalım Kim?

“Bize cenaze yıkayıcısı dediler. Bize taşralı köylü, zenci dediler.” Peki, bunları Başbakan’a diyenler kimler acaba? Orası söylenmiyor. Boşluğu siz doldurunuz…

AKP hükümeti, iktidara geldiği günden beri devamlı bir kavga halinde. Dillerde sürekli bir “Yaptırmıyorlar, ettirmiyorlar, önümüzü tıkıyorlar” şikayeti. Bir numaralı sloganları da “Demokrasinin önünü açmak istiyoruz, açtırmıyorlar”.

Şimdi benim bildiğim, bir kavgada iki taraf olur. Yıllardır bitmek bilmeyen “Türk demokrasisi” kavgasında taraflardan biri belli: AKP hükümeti. Peki ya diğer taraf? Kim var o tarafta? Demokrasinin önünü kim kapıyor? Kimmiş bu “hainler”?

Artık “şeriat geliyor, gelmiyor” tartışmalarını geçtim. Bunun da ötesinde, AKP’nin yaptığı asıl ve daha tehlikeli bir yanlış var: Kendisine oy vermeyen %50’yi 10 yıldır bir türlü tanıyamaması, ya da tanımazlıktan gelmesi.

(Zaten özgürce at koşturduğu siyasi arenada) karşılaştığı nadir yüksek sesli muhalefeti bir kısım asker, hâkim ve öğretim görevlisinden gören AKP hükümeti, bütün bunları güzelce paketledi ve fevkalade yüzeysel bir biçimde etiketledi: “Elitistler, asker şakşakçıları, darbeciler…” Peki bu “sinsilerin” amaçları ne? “Şimdiye kadar hep ayrıcalıklı yaşadılar, şimdi halka karışmak istemiyorlar…”

Formüle bak! Gelen her türlü muhalefet ve itirazı bu şekilde karşılamak mümkün. “Efendim bu itirazlar kuyruk acısı, halkın iktidarından korkuyorlar… Bu yasaya karşı çıkanlar demokrasiye inanmayanlar ve sahip olduğu ayrıcalıklardan vazgeçmek istemeyenlerdir…”

Şimdi, ben gerçekten böyle bir kesim olduğunu inkâr etmiyorum. AKP hükümetinin -haklı ya da haksız- çomak soktuğu bir sürü teker olduğunu tahmin edebiliyorum. Bu kişiler sadece bu motivasyonla muhalefet yapıyor da olabilirler.

Peki, bu kesim, AKP’ye oy vermeyen %50’nin ne kadarını oluşturuyor? Söyleyeyim. Çok azını. Çok çok azını. AKP’ye oy vermeyen milyonlarca üniversite öğrencisi, özel sektör çalışanı, esnaf, emekli, çiftçi; hepsi, tek kalemde, “elitist”, ya da ne bileyim, “fildişi kulesinden inmek istemeyen aristokrat” olarak damgalanıyor!

Muhalifin de kafası karışıyor tabii: Madem öyle, biz bu “ayrıcalıklarımızı” niye hissetmiyoruz? Her aybaşı doldurduğu aylık akbiliyle okuluna 3 otobüs değiştirerek giden üniversite öğrencisinin “fildişi kulesi” acaba neresi oluyor?!

“Halk” dediğin şeye bunlar da dahil değil mi? Değilse, bu insanlar nereye ait?

Böyle göstermelik ve suçlaması kolay bir muhalefet tablosu çizen AKP hükümeti, sonuçta kendisine oy vermeyen gerçek muhalefeti “tanımıyor” ve 10 yıldır kendi yarattığı “gölge muhalefetle” kavga ediyor. Gerçek, “halk muhalefetinin” de aidiyet duygusunu zedeliyor, onları yabancılaştırıyor ve düşman gösteriyor.

Bunu bilerek mi yapıyor, yoksa gerçekten mi göremiyor, onu da sonra tartışalım.